YORUMLAR:
Dünyaca ünlü markanın kurucu ortağı ve ceo’luğunu yapmış Phil Knight’in kendi ağzından hayat hikayesini anlattığı eser, yazarın çocukluğundan itibaren markasını kurmak için verdiği mücadeleleri konu ediyor.
Yaklaşık 30 yılın sonunda dünyaca ünlü markalardan birisi olarak tanınmayı başaran Nike’nin hikayesinin yazarın 24 yaşında ayakkabı satışına girmek için babasından aldığı 50 dolar ile başladığı anlatılıyor. Bu parayla yol parasını da kendi sattığı ansiklopedilerden kazanan yazar, soluğu Japonya’da alarak dönemin ünlü ayakkabı üreticisi Tiger’in ayakkabılarını ABD’de satmak için anlaşma yapıyor. Birkaç numune ile başlayan satışları 6-7 yıl boyunca artarak devam ediyor.
Bu süreçte yazarın yaşadığı sorunların gerek mali, gerekse dönemin siyasal düzenine göre değişen şartlarından kaynaklandığı ifade ediliyor. Bu yönüyle eser, klasik otobiyografilerdeki zafer hikayelerinden çok, bunca servetin kaynağının esasında ne kadar da sorumluluk ve zorluklar neticesinde hak edildiğini net bir şekilde ortaya koymayı başarıyor.
Ortakları ile zorluklar yaşayan yazarın, bir süre sonra ortaklıktan vazgeçerek kendi markası olan Nike’yi kurması sürecinde karşısına çıkan engeller uzunca işleniyor. Bundan sonraki süreçte de gerek ortakları ile, gerek de tedarikçi firmalarla olan birçok büyük ve küçük soruna yer veriliyor.
Yine şirketin tam Çin pazarına büyük bir adım atması ile halka arz arifesinde ABD hükümetinin haksız vergilendirmesi ile çıkarmış olduğu 25 milyon dolarlık vergi ve gümrük borçlandırması ile iflasın eşiğine geldiğinden bahsediliyor. Bu sürecin açılan bir dava ve yapılan birçok müzakere neticesinde en sonunda 9 milyon dolar ile neticelendirildiğinden bahsediliyor. Tüm bunlara ek olarak, bankaların özellikle öz kaynak takıntılı büyüme talepleri neticesinde sürekli likidite sorunu çıkarmalarından da bahseden yazarın alıntılar bölümünde kendi bankeri ile olan konuşmasının esasında ekonomi bilimi ve ticaretle uğraşan insanlar için ibretlik bir cevap barındırdığının ifade edilmesi gerekiyor.
Yazarın kendisinin de söylediği gibi, ticaret hayatında mevcudu korumaya çalışmanın esasında kaybetmek olduğu buradan da anlaşıldığı üzere, sürekli yeni zaferler peşinde koşmasının mantalitesinin mevcut dünyanın ekonomik sisteminin olduğunun altı bir kez daha çizilmiş oluyor.
Eser, başından sonuna kadar bir mücadele içinde geçen ticaret savaşının tam da merkezindeki insanlardan birisinin kendi çabalarını detaylı olarak tasvir etmesi neticesinde okuyucusuna önemli mesajlar sunmayı başarıyor. Kaldı ki, eserin sonunda yine yazarın okuyucu ile özel olarak tavsiyelerini sunmayı tercih ettiği kısım da alıntılar kısmında detaylı olarak sunuluyor.
Sonuç olarak eser, kendi işini yapmak isteyen ve ticarete merak duyan insanların kesinlikle incelemesi gereken otobiyografi eserlerinden birisi olduğunu gösteriyor.
ALINTILAR(*):
Çırağın aklında birçok ihtimal vardır ama bir ustanın aklında ihtimaller çok azdır.
Korkaklar hiç başlayamadı. Zayıflar yolda öldü; bizi var eden yolda.
Hedef, eylemin kendisidir. Bir bitiş çizgisi olmadığı gibi, o çizgiyi kendiniz belirlersiniz.
Her koşucu bunu bilir. Kilometrelerce, koştukça koşarsınız ama nedenini asla tam olarak bilemezsiniz. Kendinize, bir hedefe doğru koştuğunuzu, bir şeyin peşinde olduğunuzu söylersiniz ama gerçekte bunun alternatifi olan durmak, sizi ölümle korkuttuğu için koşarsınız.
Eskici, müşteriye mallarını satmıyor, müşteriyi mallarına satıyor.
Japonlar agresif girişkenliği hoş karşılamıyorlar. Pazarlıklar burada yumuşak ve sağlam olmalı. Bak, Amerikalılar ve Rusların, Hirohito’yu teslim olmaya ikna etmesi ne kadar uzun sürdü. Teslim olduğu zaman ülkesi küçücük bir kül yığını kadar kaldığında bile halkına ne söyledi? Savaşta durum Japonların lehine gelişmedi. Bu bir kıvırma kültürü. Kimse sizi dosdoğru reddetmez. Kimse açıkça hayır demez. Ama evet de demezler. Hep yuvarlak konuşurlar. İçinde öznesi, nesnesi olmayan cümleler kurarlar. Cesaretin kırılmasın ama kendinden emin de görünme. Bürosundan ayrılırken işlerin bozulduğu hissine kapılabilirsin ama adam gerçekten anlaşmaya hazırdır. Bir anlaşma koparmış olduğunu düşünürken o anda reddedilmiş olabilirsin.
Üniversitedeyken Konfüçyüs’ün sözlerini okumuştum: “Bir dağı yerinden oynatan adam küçük taşları götürerek başlar”.
Büyük İskender’den George Patton’a, tüm büyük generaller beni büyülemiştir. Savaştan nefret ederdim ama savaşçı ruhunu severdim. Kılıçtan nefret ederdim ama samurayları severdim.
İnsanlara işleri nasıl yapacaklarını söyleme; onlara ne yapacaklarını söyle ve sonuçlarıyla seni şaşırtmalarını bekle.
Athena’nın sayısız tanrı vergisi yeteneklerinden biriydi bu. Oresteia tragedyası şöyle diyor: “İkna eden gözlere… hayranım.” Müzakerecilerin, bir anlamda baş meleğiydi o. O tarihi mekanın enerjisini ve gücünü içime çekerek orada ne kadar durduğumu bilmiyorum. Bir saat? Üç saat? Nike Tapınağı’nda sahnelenen bir Aristophanes oyununda, savaşçının krala bir hediye, bir çift ayakkabı verdiğini o günden kaç gün sonra keşfettim, bilmiyorum. Oyunun adının Şövalyeler olduğunu ne zaman keşfettim bilmiyorum. Tek bildiğim, tam oradan çıkarken tapınağın mermer cephesini fark ettim. Yunan sanatkarlar burayı akıldan çıkmayan çeşitli rölyeflerle süslemişti. En ünlüsü, tanrıçanın sandalet ayakkabılarını düzeltmek için tarif edilemez bir şekilde eğildiği rölyefti.
Bir çift ayakkabıdan eksilen 25 gram, bir mil mesafede yirmi beş kiloya eş değerdir. Bowerman hafif ayakkabının daha az yük anlamına geldiğini, bunun da daha fazla enerji ve daha fazla hız demek olduğuna inanırdı. Hız da kazanmak demekti. Bowerman da kaybetmeyi sevmezdi.
İnsanlar istemsiz olarak rekabetin er zaman iyi bir şey olduğunu, her zaman insanın içindeki en iyiyi ortaya çıkardığını varsayarlar. Ancak bu sadece rekabeti akıllarından çıkarabilen insanlar için geçerlidir. Atletizmden öğrendim ki rekabet sanatı, unutma sanatıdır ve şimdi kendime bu gerçeği hatırlattım. Sınırlarınızı unutmalısınız. Kuşkularınızı, acılarınızı, geçmişinizi unutmalısınız. “Bir adım daha atma” diye feryat eden, yalvaran içinizdeki sesi unutmalısınız. Onu unutmak imkansız hale geldiyse bu defa onunla pazarlık etmelisiniz. Zihnimin başka, bedenimin başka şey istediği, bedenime, “Evet, mükemmel puanlar topladın ama ne olursa olsun durmamalısın…” dediğim bütün yarışları aklımdan geçirdim.
Japonların bir sözü var: “Zeki bir adam Fuji’ye bir kez tırmanır. Aptal bir adamsa iki kez.”
Bankadaki görevli benden memnun değildi. İlk yılımda sekiz bin dolar satışa ulaşmıştım ve ikinci yıl için on altı bin doları hedefliyordum. Bankaya göre bu sıkıntılı bir eğilimdi. “Satışların yüzde yüz artması sıkıntılı mı?” diye sordum. “Büyüme oranın, öz kaynağına göre çok hızlı,” dedi. “Bu kadar küçük bir şirket nasıl çok hızlı büyüyebilir ki? Küçük şirket hızlı büyürse öz kaynağını artırır,” dedim. “Büyüklüğüne bakılmaksızın hep aynı prensip geçerli. Bilançonun büyümesi tehlikeli.” “Hayat büyümektir. Ticaret büyümektir. Ya büyürsünüz ya da ölürsünüz,” dedim.
Savaştan nefret etmeye başladım. Sadece yanlış olduğunu düşündüğümden değil. Aynı zamanda aptalca olduğunu, müsriflik yapıldığını düşünüyordum. Ve aptallıktan nefret ederdim. Müsriflikten de. Her şeyden önce bu savaş, diğer savaşlardan daha fazla, bankamla aynı prensipler esasına göre yürütülüyor gibiydi. Kazanmak için değil, kaybetmeyi önlemek için savaş. Çok sağlam bir kaybetme stratejisiydi bu.
Şiddete hayranlığım yoktu ama liderlikten etkilenirdim ve bu yüzden de olağanüstü koşullar altında eksikliğini duyardım. Savaş, koşulların en olağanüstü olanıdır. Fakat iş hayatı, savaş benzeri koşullar taşır. Bir zamanlar bir yede birisi ticaretin mermisiz savaş olduğunu söylemişti ve ben de bu fikre katılma eğilimindeydim.
Penny’ye küçükken babamla pinpon oynadığımızı ve onu hiç yenemiyor olmanın acısını anlattım. Ona bazen babamın kazanınca kahkaha attığını ve bunun beni öfkelendirdiğini söyledim. Birkaç kez raketimi yere fırlatıp ağlayarak kaçmıştım. Bu davranışımla gurur duymuyordum ama içime işlemişti. Ben buydum. Bowling’e gittiğimiz güne kadar bunu tam olarak anlamamıştı. Penny çok iyi bowling oynardı, Oregon Üniversitesi’nde bowling kursuna gitmişti. Bu yüzden onu rakip olarak gözüme kestirdim ve bu rekabetle doğrudan yüzleşmek istedim. Yenmeye kararlı olduğum için strike dışında hiçbir şey beni mutlu etmedi.
Eğer ticaret gerçekten mermisiz savaş anlamına geliyorsa tahviller de savaş bonoları demekti. Halk size borç para veriyor, karşılığında siz onlara vadeli hisse senedi veriyorsunuz. Hisseler vadeli çünkü tahvil sahipleri hisselerini beş yıl boyunca tutmaya kuvvetle teşvik ediliyor ve özendiriliyorlar. Ondan sonra tahvillerini normal hisseye çevirebiliyorlar ya da paralarını faizleriyle birlikte geri alabiliyorlar.
Eğer Japon şirketleri, kuralları ilk günden anlarlarsa, sahip olabileceğin en iyi ortak olurlar.
Kitaplar gibi, spor da insana başkalarının hayatını yaşamış, başkalarının zaferlerinde yer almış olma duygusu verir. Ya da yenilgilerinde. Sporun en iyi zamanında taraftarın ruhu atletinkiyle birleşir ve bu kaynaşmada, bu aktarımda, sufilerin sözün ettiği bir olma hali bulunur.
Bir spor müsabakasını izleyip kendinizi sporcunun yerine koymak bir şeydir, her taraftar bunu yapar. Sporcuların gerçekten senin ayakkabılarını giyiyor olması ise bambaşka bir şeydir…
Ünlü atletlerden Pre “Yarış, bir sanat eseridir, insanlar ona bakıp anlayabildikleri birçok yoldan etkilenebilir,” diye konuşmuştu.
Pre, şu sözüyle ünlüdür: “Tabi ki birileri beni yenebilir. Ama bunu yapmak için kan akıtmak zorundalar”.
Çin’de bir erkek, bir kadınla evlenirken gerdek gecesinde her şeyin yolunda gitmesi için dama kırmızı ayakkabılar attıklarını biliyor muydunuz?
Birçok ülkede, yolculuğa çıkan birinin arkasından ayakkabı fırlatmanın ona gerçekten uğur getirdiğini biliyor muydunuz?
Çiğnediğin kanunlarla hatırlanırsın.
Fikirleri uçuştururken, fikirleri al aşağı ederken ve şirketin karşılaştığı problemleri tartışırken hesaba kattığımız son şey birinin duygularıydı. Ben dahil. Özellikle benim duygularım. Göt kafalar, benim çalışanlarım, beni sürekli Bookkeeper Bucky diye çağırıyorlardı. (Phil Knight’in babasının, ona seslendiği Buck ismi ile ses uyumu olan Bookkeeper(muhasebeci) yan yana kullanılarak bir çeşit küçümseme ifadesi kullanılıyor. ) Bunu söylemelerine hiç karşı koymadım. İşin doğrusunu biliyordum. Herhangi bir zayıflık, duygusallık gösterirsen bittin demektir.
Yarışta rakiplerinizi yenmek nispeten kolaydır. Ama kendinizi yenmek sonu gelmez bir davadır.
İnsanlar beni bu reklamdan dolayı, sanki dünyayı sarsan bir başarı elde etmişiz gibi kutluyordu. Omuz silkiyordum, alçak gönüllü olamıyordum. Reklamın gücüne hala inanmıyordum. Hem de hiç. Düşünüyordum ki bir ürün ya kendisini gösterir ya da göstermez. Sonuçta önemli olan kalitedir. Herhangi bir reklam kampanyasının beni haksız çıkaracağını ya da fikrimi değiştireceğini hayal edemiyorum.
Erkekler savaştıkları zaman bunu yaparlar. Duvar örerler. Köprüleri atarlar. Hendeği suyla doldururlar.
Pencerem çok güzel bir çamlığa bakıyordu ve ben kesinlikle ağaçlar yüzünden ormanı görememiştim. O an ne olduğunu anlamamıştım ama şimdi biliyorum. Yılların stresinin acısı çıkıyordu. Yalnızca problemlere bakmışsan her şeyi net olarak görmen zordu. En parlak olmam gereken anımda sönmeye yüz tutmuştum.
Kırk yıl sonra, inanıyorum ki şirketi çok iyi durumdayken iyi ellere teslim ederek Nike Ceo’luğunu bıraktım. Geçen yıl 2006’da satışlar on altı milyar dolardı. (Adidas on milyar dolardı, ama artık hiç önemli değil.) Ayakkabılarımız ve kıyafetlerimiz dünya çağında beş bin mağazada satılıyor ve on bin çalışanımız var. Yalnızca Şangay’daki tesisimizde yedi yüz kişi çalışıyor. İkinci büyük pazarımız olan Çin şimdi en büyük ayakkabı üreticimiz. Sanırım o 1980 seyahatimiz işe yaradı.
Dünyadaki sayısız Nike temsilciliğini düşünüyorum. Hangi ülke olursa olsun hepsinin telefon numarası 6453 ile bitiyor. Nike’nin telefonun tuş takımıyla yazılışı. Ancak tamamen tesadüf eseri, sağdan sola Pre’nin bir milde yaptığı en iyi derecesi: 3:54:6.
Uluslararası sınırlardan mallar geçmediği zaman askerler geçer. Ticareti mermisiz savaşa benzetmeme rağmen, ticaret gerçekten de savaşa karşı harika bir önlem. Ticaret, bir arada yaşamanın, işbirliğinin yolu. Barış refah getirir. Bu nedenle, Vietnam Savaşı’ndan olumsuz etkilenen ben, bir gün Nike’nin Saygon’da fabrika kuracağına dair her zaman söz verdim. Ve 1977’ye kadar dört fabrikamız oldu.
Oluk oluk aktığında para hepimizi etkiledi. Çok büyük ya da çok uzun süreli bir etki değildi bu çünkü hiçbirimizde para hırsı yoktu. Fakat bu, paranın doğasında var. Sahip olun ya da olmayın, isteyin ya da istemeyin, sevin ya da sevmeyin, o sizin hayatınızı belirlemeye uğraşacaktır. İnsanoğlu olarak görevimiz buna izin vermemektir.
Tutkunuzun peşinden giderseniz yorgunluğuna katlanmak daha kolay olur, hayal kırıklıkları sizi körükler, bunun verdiği mutluluk hiçbir duyguya benzemez. Putları yıkanları, yenilikçileri, asileri uyarmak isterim ki her zaman sırtlarında bir hedef tahtası taşıyacaklar.
Ya müteşebbisleri asla vazgeçmemeye teşvik edenler? Aslında onlar da şarlatan. Çünkü bazen vazgeçmek zorundasınızdır. Bazen ne zaman vazgeçeceğini, ne zaman başka bir şey denemeye başlayacağını bilmek deha göstergesidir. Vazgeçmek, durmak değildir. Asla durmayın. Şans büyük rol oynar. Evet, şansın gücünü açıkça kabul etmek isterim. Sporculara şans ardım eder, şairlere şans yardım eder, tüccarlara şans yardım eder. Çok çalışmak zorunludur, iyi bir ekip olmazsa olmazdır, zeka ve azim çok değerlidir fakat neticeyi şans belirleyebilir. Bazıları bunun adına şans demeyebilir. Kendinize inanın fakat aynı zamanda inancın kendisine de inanın. Başkalarının tarif ettiği gibi bir inanca değil. Kendi tarif ettiğiniz bir inanca. Kendisini sizin kalbinizde tarif eden bir inanca.
DEĞERLENDİRME:
Konu: Eser, yazarın çocukluğundan itibaren markasını kurmak için verdiği mücadeleleri konu ediyor.
Üslup: Eserin yazarı, her ne kadar edebiyatla iştigal etmiyor olsa da, anlatmak istediği konuları net ve yalın bir şekilde okuyucusuna iletmeyi başarıyor. Bu konuda yardım aldığını ifade etse de, yalın anlatımının kendisine ait olduğu açıkça anlaşılabiliyor. Bu özelliği ile eser, otobiyografi kitabından beklenen netliği sağlamada önemli bir başarı gösteriyor. Ayrıca, yaşananların en baştan kronolojik olarak ele alınması, birçok biyografi ve otobiyografi eserinin handikabı olarak göze çarpan bir sondan bir baştan anlatımın da önüne geçildiğini gösteriyor. Yazarın yalnızca başarıları yerine özellikle karşılaştığı zorlukları konu edinmesi ise, eserde verilmek istenen mesajların daha da samimi bir şekilde aksettirilmesine vesile oluyor.
Özgünlük: Eser, niteliği itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.
Karakter: Eser, niteliği itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.
Akıcılık: Üslup bölümünde bahsedilen hususlar dikkate alındığında, hem derli toplu anlatım şeması hem de yalın ve sürükleyici olay bazlı anlatımlar neticesinde eserin türüne göre kesinlikle sürükleyici otobiyografi kitaplarından birisi olduğunun ifade edilmesi gerekiyor. Eserde, bu unsuru olumsuz etkileyen tek özellik olarak ise, bazı sözlerin birden fazla kez tekrarlanması olduğunun belirtilmesi gerekiyor. Bu durumun genel anlatımın düzenliliğine bakıldığında bilinçli olarak tercih edildiği görülse de, 3’ten fazla bahsedilen bazı cümlelerin varlığı okuyucuyu tekrara düşme konusunda çok kısa süreli dikkat dağınıklığına itebiliyor. Bu durum ise, sürükleyiciliğe bir tesir göstermese de, akıcılık unsuruna az da olsa menfi bir etki gösteriyor.
Genel: Yukarıda belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede:
Konu: 8
Üslup: 8,5
Akıcılık: 7,5
puanlarını alan eserin genel ortalaması ise, 8 puandır. Görüleceği üzere eser, türü itibariyle fazla okuyucu kitlesine sahip olmasa da, kesinlikle incelenmesi gereken kitaplar arasında bulunuyor. Özellikle, böyle başarılı insanların hayatlarında herkese dair önemli çıkarımların bulunabileceği de göz önüne alınarak incelenmesi gereken kitaplar listesine eklenmesi gerekiyor.
(*) : Alıntılar başlığındaki bütün kısımlar:
AYAKKABI GURUSU
Yazar: Phil Knight
Yayınevi: Pegasus Yayınları
Baskı: 1. Baskı – Kasım 2017
kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.
コメント