YORUMLAR:
Ömer Seyfettin’in 1902-1911 yılları arasında yazılmış hikayelerinin toplanmış olduğu birinci cilt eserinde, Osmanlı’nın son dönemlerine ilişkin gözlemler ile birlikte toplumumuzdaki olumlu ve olumsuz gelişmelere ilişkin de önemli durum hikayelerinin barındırıldığı bir öykü kitabı meydana gelmiştir.
Eserin içerisinde birçok öykü bulunmakla birlikte notlar kısmında çok kısa olan durum öykülerinden alıntılara yer verilmemiştir. Özellikle belirtilen alıntılarda ise, hem toplumun içinde bulunduğu batıl inançlar hem de batı özentisi kitlenin çağdaşlık adı altında düştükleri bağnazlık çukurunun içeriğine ilişkin birçok eleştiri yapılmıştır.
Öpücüğün ilk temeline ilişkin yazılmış olan Busenin Şekl-i İptidaisi hikayesinin yanında; Beşeriyet ve Köpek adlı hikayede, köpeklere atfedilen büyük önem, batıya özenen ve yalnızca somut bilgiler ile dayanaksız teori üretme pahasına ne tür yanlışlara düşülebileceğinin önemli bir göstergesidir.
Yazarın yine Sebat isimli hikayesinde bahsetmiş olduğu sebat etmenin inadın farklı bir söylemi olduğuna ilişkin ifadeleri ise, sebat ile inat arasındaki anlam farkını tam olarak idrak edemeyen kişilere karşı da bir eleştiri mahiyetinde değerlendirilebilir. Bir şey ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmek için her şeyi deneyen insanların inatçı, bir amaca yönelik elinden geleni yapıp kendisini yıpratmadan o yönde çalışmalarına devam etmenin ise sebat etmek olarak doğrudan Türkçe’de bulunmayan ancak önemli bir anlam ihtiva ettiğini belirtmek gerekmektedir. Hikayede bu anlayışın ilerlemeyi engellediği ifade edilse de, yenilenme illa bir geleneği tamamen değiştirme değil onu geliştirme anlamında da gerçekleştirilebilmektedir. Bu yönden hikayede, inat ile sebat mefhumlarının tam olarak idrak edilemediği hallerde insan için önemli olan birtakım özelliklerin olumsuz kavramlarla karıştırılmasının işten bile olmadığı görülmektedir.
Diğer taraftan Tavuklar hikayesindeki, tavukların ne kadar zeki olduğuna ilişkin yapılan övgülerin hikaye sonucunda çok farklı bir benzeme ile aslında onların bilgisizlik ve cahilliklerinden kaynaklandığı ifade edilen edilmiştir. Bu yönden önemli bir toplumsal ve yeri geldiğinde siyasi anlamların da çıkarılabileceği bir hikaye meydana getirilmiştir.
Bununla birlikte kitaba adını veren Bahar ve Kelebekler isimli son hikayede ise, gerçek manada bir durum hikayesi ile karşılaşılmaktadır. Ancak, öyküde görüleceği üzere, batılı gelenekler ve ilimler ile yetiştirilen yeni nesillerin şimdi de devamının kısmen sürdürüldüğü görülmekte, Osmanlı döneminin edebi sanatlarının Arap etkileri sebebiyle olduğu ileri sürülerek toplumun bunlardan uzaklaştırılmak istendiği görülmektedir. Bunun yerine örnek alınan Batı’nın ise, ülke insanını ve kadınını kendi kimliğinden uzaklaştırdığına da önemli bir şekilde değinilmekten geri durulmamıştır.
Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür hikayesi, editörün dipnotlarda bahsetmiş olduğu ve Ömer Seyfettin’in kendi hatıralarından alıntılandığı üzere, yazarın en çok beğenilen hikayelerinden birisi olarak gösterilmektedir. Hikaye, kitaptaki en uzun öykü olarak bu unvanı neden hak ettiğini hikayenin son kısmında göstermektedir. Tarihi yazarlardan alıntılar gerçekleştirilerek o günün dünyasında meydana gelen bir hadisenin aynısının yüzyıllar boyunca tekrar tekrar yaşandığı çarpıcı bir şekilde anlatılmıştır. Yazarın bu hikayesi aynı şekilde Jack London’un Kızıl Veba eserinde de önemle değinilen ana mesajlarından birisi olarak dikkat çekmektedir.
Sonuç olarak, yazarın hem ülkemize hem de batıya dair önemli mesajlar barındıran eserinin kesinlikle okunması gerekenler listenizde bulunması gerektiğini ifade etmem gerekmektedir.
NOTLAR(*):
Fecir: İkinci fecir ya da fecr-i sadık, sabaha karşı doğu ufkunda yayılmaya başlayan beyaz aydınlıktır. Bundan önce birinci fecir ya da fecr-i kazip gelir, yani kısa süreli bir aydınlıktan sonra tekrar karanlık çöker. Sabah namazının vakti, ikinci fecirle başlar.
Ezani saat adı verilen Türkiye’de 1926’lara kadar kullanılan alaturka saat sistemine göre söylenmektedir. Ezani saat, bir yerdeki en yüksek noktadan güneşin batışı, yani akşam namazı vakti esas alınarak ger gün saatlerin 12’ye ayarlandığı bir saat sistemidir.
Araki: Tiftikten ta da yünden dövülerek hazırlanan, eskiden Mevlevi takkesi, portur, yelek, cüppe ve seccade yapımında kullanılan ince keçe kumaş
Şimdi düşünüyorum ki, hayatta bu mecbur ve şefkatsiz geçmişlerin hiç olmamış gibi geçişinden meydana gelen ne garip bir hiçlik, ne yok oluş düşkünü ve hayal dolu bir boşunalık, ne belirsiz, ne gizemli bir sürat var!.. (İlk Namaz hikayesinden)
Metruk: Bırakılmış, terk edilmiş, kullanılmayan
Her şeyi öğrenmek isteyen hiçbir şeyi öğrenemez. (Sahir’e Karşı hikayesinden)
Her şeyle beraber edebiyat da tabii ilerleyecek, yani eskilikten ayrılacak, bunu eskiliğe mahkum etmek ilerlemenin doğal yasasına engel olmak gibi boş bir şey. İşte hakikati bu açıdan değerlendirenler eski tarzlarında, gazel söylemede, kaside yazmada sebat etmediler, ilerlemeye yeniliğe yöneldiler; bugün kütüphanelerimizin en saygın yerlerini işgal eden kitapları meydana getirdiler. (Sebat hikayesinden)
Mübalağa, mübalağa… üstat! Sizin eski edebiyatınızda bir sanat varmış! İşte şimdi onu yaparak zevk alıyorsunuz, yani gulüv… Mümkün mü bu kadar yıkılmış olan bir millet otuz sene içinde büyün milletlere üstün olsun?
Güluv: Eski edebiyatta mübalağanın ayrıldığı üç dereceden (tebliğ, iğrak, güluv) en şiddetli olanı, taşkın söz
Evet, Batı’da nesillerin hazırlayarak, peş peşe gelen dehaların vücuda getirerek miras bıraktığı ilerlemeleri biz bir hamlede kendimize mal ettik. Merdivenin en üstüne sıçradık. Zaten bu da pek tabii toplumsal bir hadise, kolektif bir durumdu. İşte Japonya… Gerçi bugün bizden geridedir, fakat daha otuz kırk sene evvel, ani denebilecek bir hızla o da ihtiyar Batı’nın çalışmalarının meyvelerini aldı, kendine mal etti. (İki Mebus hikayesinden)
Niçin mi? Buse kadar çirkin bir şey tasavvur edemem diyordu, “o da sadizm alametlerinden bir şey, müthiş bir hatıra… Busenin ilkel şekli neydi? Biliyor musunuz ? Şüphesiz, hayır, değil mi! Isırmak, ısırmaktı. Bizim pek eski asırlarda yaşayan babalarımız müthiş sadistlerdi. Dişisini gagasıyla öldüren sülünler gibi annelerimizi ısırıyorlardı. Zaman, geçen asırlar onların hastalığını tedavi etti, eğilimlerini yumuşattı. Bu ısırma hafifledi. Yavaş yavaş nihayet buse buldu.” (Busenin Şekl-i İptidaisi hikayesinden)
“Köpek” dedi, “bugünkü insanlığın kurucusu. Bugünkü maddi ve fikri medeniyetin sebebi, ilerlemenin, bilimin, tekniğin, felsefenin, kısacası eski ve yeni, mevcut ve yüce ne görüyorsak hepsini kuran ve geliştirendir. Bugünkü gelişmiş insanlığımızı türümüzü bütün canlılar ve varlıklar üzerindeki üstünlüğünü biz köpeğe borçluyuz…"
Vahşi bir hayvan, hatta et yiyen ve insan etine fevkalade ihtiyacı olan bir hayvan, yeme isteğini, bilinmez nasıl bir hisle bastırdı. Ormanlardaki insanlığın amansız düşmanı olan etçil yırtıcı hayvanlardan ayrıldı. Henüz otçul olan insanların yanına geldi. Onlara dost, onlara yoldaş, onlara esir oldu. Bu, işte köpekti… Gelişim devirlerinin sayısız seneleri ezeli süratleriyle geçtikçe, diller, hayal ve muhakeme, biraz daha düzenli aileler, kabileler, kavimler, hükümetler, kanunlar meydana geldi. Köpek insanların bilinçli topluluklarına da aynı eski sadakatiyle girdi. Köpek olmasa ne bu cemiyetler, ne bu memleketler, ne bu kavimler, ne bu saadet ve servet, ne bu kurumlar ve trenler olacaktı. İlkel devirlerde ruh ve zekasının temeli olan insan nesli yok olacak ve dünya üzerinde aklın güzellikleri ve yücelikleri hakim olmayacaktı. Ve fikri, doğa bilimlerinin doğurduğu o bildik ve önemli karışıklıkla berbat olan bu kadına, kutsal batıl inançları bu kadar iflas eden bu teori sever nefis varlığa karşı birden derin ve meçhul, kalıtımsal ve geleneksel bir nefret duyuyordum ve artık ayrıldım. (Beşeriyet ve Köpek hikayesinden)
Eşek profilli bir adam mutlaka eşekçe, aslan profilli bir adam mutlaka aslanca hareket eder. Bir adamda hangi hayvanın profili varsa mutlaka o hayvanın ahlakı da vardır. Öküz profilli bir adamda asla kurnazlık, hile, zeka olamaz. Eşek profili olan inatçı, yani kibar manasıyla sebatlıdır. Arı profilli sokar, köpek profilli gürültü eder, dişlerini gösterir. Kaplan profilli ezer ve merhamet bilmez; papağan profilli durmaz, taklit çıkarır; güvercin profilli durmaz, aşk ve şefkat komedyası oynar; tilki profilli herkesi aldatır; domuz profilli yer içer, keyfine bakar. Kadınların da hepsi erkekler gibi bir hayvandır. Onlarda da mutlaka bir hayvanın profili vardır. Şişman, kocaman memeli, dalgın ve ağır bir kadın tamamıyla bir inektir. Zayıf, huysuz, esmer, çirkin, fakat yalnız gözleri güzel bir kadın keçidir. En güzelleri çalıkuşu, kanarya,, nemse tavuğu profilinde olanlardır. (Nemse tavuğuna beç tavuğu da denir. Osmanlılar döneminde Viyana’dan getirtildiği için bu adı almıştır. Beç Osmanlı Türkçesinde Viyana şehrinin adıdır. İne Osmanlılar Avusturya için de Nemçe veya Nemse adını kullanırlardı. (Aşk ve Ayak Parmakları hikayesinden)
“Tavukların çok akıllı…” dedim. Hancı yüzüme, bir şey anlamamış gibi garip bir bakışla baktı. Sonra kapı önünde sık bir küme halinde duran tavuklara teftiş eder gibi bakı. “Çok cinstirler” dedi, “içlerinde on üç tanesi günde iki defa yumurtlarlar. Fakat efendi, çok akıllı olduklarını nereden anladınız?” Cevap verdim: “Karınları acıkmış. Bak, kapının önünde nasıl bekliyorlar. Birisi çıkınca yemlerini verecek zannediyor ve doğru kümeslerine koşuyorlar…” Hancının yırtık ve kirli tebessümü kapandı. Hiçbir şey anlamıyor, o ana kadar anladıklarının da boş olduğunu birdenbire idrak edenlere b-mahsus katlanan bir şaşkınlıkla, yüzüme bakarak: “Onların kümesleri yoktur, ahırda yatarlar” diyordu. “Hem biz onlara hiç yem vermeyiz…” Hancının şaşkınlığı tamamıyla bana geçmişti. Biraz durdum. Sonra uzaktaki kapıdan her çıkışta tavukların koşarak arkasına toplandıkları küçük ve alçak binayı elimle göstererek sordum: “Öyleyse orası ne?” Hancı merakla, işaret ettiğim tarafa baktı. Döndü ve bilmediğime asla şaşırmamış gibi gayet tabii ve kayıtsız, cevap verdi: “Apteshane…” (Tavuklar hikayesinden)
Yeni bir şey yoktur. Her şey eskidir. Eskiden gerçekleşmiş bir olayın aynı sebepler ve şartlar dahilinde tekrarıdır. İlimler ve fenler bile eskidir.
Not: Tarih ezeli bir tekerrürdür hikayesine ilişkin Ömer Seyfettin’in hatıralarında, bu hikayenin popülerliğini gösteren şöyle bir cümle yer alır: “Merhum Baha Tevfik, Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür hikayemden iki defa on iki bin nüsha bastırdı. Bugün kendim için bir nüsha arıyorum, hiçbir kitapçıda bulamıyorum” demiştir.
Bana olan aşırı ilginize dikkat ettim. Gözlemledim, tahlil ettim, inceledim, müşahede ettim ve katiyen aşk olmadığını anladım. Aşırı ilginiz sırf şehvetten ve bana yalnız başınıza sahip olmak gururundan kaynaklanan vahşi bir zevkten ibaretti. Sizin bütün maddi ve manevi bileşkeniz bencillik ve şehvetti. Size başkasıyla seviştiğimi gösterince, birincisini yaralayacak, sizden ebediyen ayrılınca ikincisini tahrip edecektim. Ben de böyle hareket ettim. Mutlaka onu siz getirmiş ve bu korkunç ahlaksızlığa teşvik etmiştiniz. Aklımda, hatıramda vaktiyle derin bir iz, bir nefret anısı bırakan bir olay bana plan hizmetini yerine getirdi. Bu Candaules’in hikayesiydi. Kütüphanemden Heredot’un Tarih’ini aldım. Bu olayı belki yüz defa okudum. Candaules’in ahlaksızlığı ve kendini beğenmişliği de tıpkı sizinki gibiydi. Hatta dekorlar bile benzerdi. Sanki bu müstehcen piyesi binlerce sene sonra siz tekrar oynamak istediniz. Mahvedilen bendim. İlk sahnesini, ilk perdesini oynadığınız bu piyesin ikinci perdesini tamamlamak hakkı bana düşüyordu. Ve bana bir aktör, bir intikam ortağı lazımdı. Bu da ancak Bidar olabilirdi.
Bugün, bu doğal ve medeni günlerden ne kadar uzağız… Artık vahşi bir biçimde, hayaller içinde, uydurma ve teorik yalanlardan oluşan ve doğaya aykırı toplumsal sapkınlıklar zincirinin baskısı altında yaşıyoruz. (Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür hikayesinden)
“Siz hiç okumaz mıydınız, büyük nineciğim ?” diye sordu. “Okurduk. Kibar ve zengin efendiler kızlarına Farsça öğretir, Cami dersi gösterirlerdi. Fuzuli’nin, Baki’nin gazellerini ezberlerdik. Mesnevi’yi anlardık. Mükemmel seciler, kafiyeler yapar, kocalarımızla müşaare eder, hafızamıza, zekamıza, nüktelerimize onları hayran ederdi. O vakit bir kadın için en büyük övgü, erdemli, edepli, şair, akıllı vb. kadındı. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor; başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinç ve saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah… At elinden o kitabı!” dedi torununa.
Müşaare: Şiirleşme, birbirine şiir söyleme
Frenk: Osmanlıların Avrupalılara, özellikle Fransızlara verdikleri ad.
Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafeşantanlar, bekar evleri, bütün bu Türk erkeklerini eşlerinden ayıran; zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir bekçi gibi bırakan felaket mahalleri yoktu. Bugün Frenkçe okumak, sürekli giysi değiştirmek, moda yapmak çılgınlıklarından, soğukluklarından, boş bir büyüklenmeden, manasız ve münasebetsiz bir üstünlük iddiasından başka bir şey yoktu… Frenklik bir veba gibi içimize girmiş, yanaklarımızın allığını, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı.
“Bahar aylarında ilk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu merak ederdik. Onu beklerdik. İlk kelebek beyaz yahut pembe olması için maniler söyler, dalların üzerine beyaz ve pembe kumaş parçaları atardık. Sarı veyahut siyah bir kelebek göreceğiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik.” Dedi büyük nine. Torunu ise “Neden?” diye sorduğunda; “Çünkü kelebeklerin birer manaları vardı. Ah, siz bunları bilmez, bunlara inanmazsınız. Beyaz kelebek saadet, talih; pembe kelebek sıhhat ve afiyet; sarı kelebek keder ve hastalık; siyah kelebek felaket, matem ve ölüm demekti. Kırmızı kelebeklerden oluşan ve pek nadir görülen uğursuz kümelerin mutlaka kanlı bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete, padişahın öleceğine işaret olduğunu söylüyor, uzatıyor, büyük vakardan evvel hep bu kümeleri o vakitki kadınların gözlemleyerek erkeklerine haber verdiklerini hikaye ediyordu.
Genç kız elinden bırakmadığı siyah moroken kaplı kitabını açtı, bu kitap şimdi siyah, iri e ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamıyla örtüyordu. Okumuyor, kalıtımsal ve geleneksel bir kuruntuyla kelebeklerin yalan söylemediğine; zavallı yeni neslin, şimdiki Türk kadınlığının talihi ancak felaket, keder, ölüm olduğuna; ebediyen siyah kefenini yırtamayacağına, evlerin boş ve tenha duvarları arkasında, bilinmez çiçekler gibi açmadan solacağına, doğmadan öleceğine kanaat getirir gibi oluyordu… Düşünüyordu, fakat bu batıl inançlar, bu haşin, inatçı, katil geçmişin kaba zorbalığı yalnız Türklere, yalnız Türkiye’ye mahsus değildi.
Odanın uykulu ve gölgeli sessizliğinde sanki bu iki vücut eski ve yeni Türk kadınlığının ümitsiz ve teselli kabul etmez iki simgesiydi. Biri, bir asır evvelki neslin son örneği, hayattan ziyade ölüme ve unutuluşa ait bir hatırası… Diğeri, bugünün, bir asırlık mecburi ve uğursuz ilerlemenin, başkalaşımın narin ve tatmin olunmaz bir çiçeğiydi.
Geniş pencereden düzensiz aralıklarla giren kokulu ve çiçekli bahar rüzgarının akımı ansızın deminden gördükleri siyah kelebeği getirdi! Bu siyah kelebek parlak ve muhteşem tabiatın, çiçekli ve müşfik baharın cennetinde, cehennemin karanlık ve cehalet temsilcisinin siyah ruhunu andırıyordu. (Bahar ve Kelebekler hikayesinden)
DEĞERLENDİRME:
Konu: Yazarın 1902-1911 yılları arasında kaleme aldığı ekseriyetle durum hikayelerinin derlemesidir.
Üslup: Bütün hikayelerinde dönemine göre dahi fazla ağdalı dil kullanmayan yazar, bazı bölümlerde fiziksel betimlemeleri, bazı kısımlarda ise duygusal tasvirler ile geniş bir anlatım tekniğini birbiri ile ahenk içinde kullanabildiğini açıkça göstermiştir.
Özgünlük: Eser, niteliği itibariyle özgün konular içermese de, birçok konunun özgün bir biçimde öyküleştirilmesi, bu tip anlatımlarda büyük bir başarı göstergesi olarak yorumlanmalıdır.
Karakter: Hikayelerin karakter temaları, öykü tipi eserlerin niteliği sebebiyle dar bir kadro ile sınırlandırılmıştır. Ancak verilmek istenen mesajların karakterler üzerinden net bir şekilde verilmesi, karakter unsurunun öykü tipi yazılardaki gereksinimini tam manasıyla yerine getirmede başarılı olmuştur.
Akıcılık: Üslup bölümünde bahsedilen hususların etkili bir şekilde işlenmesi ile genel manada akıcı bir dil kullanılsa da, bazı hikayelerde olay örgüsünün kısa soluklu ve sürükleyici hususlar içermemesi bu unsur yönünden olumsuz tesirler bırakmıştır. Buna sebep olan bir diğer unsur ise, eserin niteliği itibariyle birçok durum öyküsünü barındırmasıdır.
Genel: Yukarıda belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede:
Konu: 8
Üslup: 9
Özgünlük: 7,5
Karakter: 8,5
Akıcılık: 7
Puanlarını alan eserin genel ortalaması ise, 8 puandır. Dolayısıyla yazarın önemli hikayelerinin yer aldığı eser, herkesin okuması gereken Türk öyküleri listesinde yerini alması gereken kitaplardan birisidir.
(*) : Notlar başlığındaki bütün kısımlar:
Bahar ve Kelebekler (Günümüz Türkçesiyle Ömer Seyfettin Toplu Hikayeleri – Birinci Cilt (1902-1911)
Yazar: Ömer Seyfettin
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Baskı: Temmuz - 2020
kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.
Comments