YORUMLAR:
Oğuz Atay’ın en ünlü eserlerinden Bir Bilim Adamının Romanı’nda ülkemizde roman ve biyografi türlerinin derlenmesi ile meydana gelen önemli bir yapıt meydana getirilmiştir. Eser, aynı biyografi eserlerindeki gibi, ana karakterin çocukluk yaşantısından itibaren hayatını kronolojik bir sıralama ile vermiştir. Eserin anlatılmasında roman biçiminin kullanılması biyografi eserlerini okumaktan hoşlanmayan okuyuculara da hitap etmesini sağlamıştır. Böylece okuyucu için hem roman hem de gerçek bir başarı hikayesine tanıklık şansı tanınmıştır. Roman karakterinin işlevi, yazar ile okuyucu arasındaki doğrudan iletişim ile daha akademik ve araştırma türünde olması beklenen eserin, akıcı ve sürükleyici bir içeriğe bürünmesini sağlamaktır. Bu yöntem ile hem Mustafa İnan’ın hayatına dair anekdotlar roman karakterinin ağzından anlatılarak verilmiş hem de okuyucu için didaktik ve dikkat çekici bir roman meydana getirilmiştir.
Matematik ve mekanik anlamda ülkenin en iyisi olmakla birlikte dünyanın da sayılı bilim adamlarından olan Mustafa İnan’ın edebiyata ve şiire olan tutkusundan birçok yerde bahsedildiği görülmektedir. Bu unsur ile birlikte ülkemizin aydınına, kültürel erozyonlara ve yaşanan toplumsal etkilere de roman vasıtasıyla dikkat çekilmiştir. Özellikle, dildeki harf ve hece sisteminin değiştirilmesine değinilmesi bu hususta en önemli mesajlardan birisi olarak notlar kısmında da yerini almıştır. Bir diğer taraftan ise öğretmeyi bir tutku olarak gördüğünü belirtmek gerekmektedir. Eserin birçok yerinde bazı öğrencilerinin de anekdotlarına değinilmiştir. Bu anekdotlar ile asıl amacın dersi geçmek ya da para kazanmak olmadığını ifade eden ana karakter, bunun yerine öğrencilerinden konunun neden öğrenilmesi gerektiğini ve bu bilgi ile ne yapılabileceğini düşünmesini istemektedir.
Yine değinilen en önemli hususlardan birisi de, kültürel bir erozyon ile özümüzden koparak taklit içerikli bir Batı benimsenme sürecine girmemizdir. Ülkemizin ithal aydınları tarafından görmüş olduğu zararlara da önemli oranda değinilmiştir. Böylece bilimsel çalışmaların ithal çalışma ve kültürlerle alınamayacağı sarih bir şekilde ifade edilmiştir.
Değinilen bir diğer önemli konu ise, insanlarımızın yaşamayı ve düşünmeyi öğrenmeye ihtiyacı olduklarıdır. Bu ifade kitapta da aynı minvale gelebilecek bir cümle ile tek başına incelendiğinde üstten bakan ve dikte edici gibi gözükse de, mesajın içeriğine bakıldığında yazarın ve dolaylı olarak Mustafa İnan’ın bu konuda önemli eğitimler verilmesi gerektiğini savunduğu anlaşılmaktadır. Geçek anlamda düşünmek, sanıldığından daha zor ve emek isteyen bir eylemdir. Ancak öğrenmek gibi düşünmek de çalışma isteyen ve pratikler ile desteklenmesi gereken beşeri bir faaliyet olarak görülmektedir. Günümüz toplumunda karşılaşılan birçok olayın temelinde insanlarımızın düşünmedeki acemiliği ve kullanılan dile hakim olmamasından kaynaklanan birçok sorun söz konusudur. Eserde buna değinilmesi de, bu sebeple oldukça değerli bir husus olarak bahsedilmeye değerdir.
Son olarak, gerçek anlamda değerli bir çalışma olan, hem ülkemizdeki bilime, kültüre hem de toplumsal hayatımıza ayna tutan eser, bir taraftan da bu kitap olmasa çoğumuzun adını bile bilmeyeceği çok değerli bir fikir ve bilim insanının hayatı hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamıştır. Sadece bu husus bile, eserin kesinlikle okunulması gereken nadide biyografik romanlarımızdan birisi olduğunu göstermektedir.
NOTLAR (*):
Ama görüyorsun bilim, büyük insanları bile ayağına getiriyor.
Gençler dinlemesini pek sevmezler ama sen taşradan yeni geldin; bu yüzden büyük şehir geleneklerini benimsememişsindir henüz.
Böyle şeyleri de daha işin başında merak etmek iyi değildir bence. İnsan sonra bu ne işime yarayacak diye düşünmekten, uğraştığı konuya aklını veremez olur. Bana kalırsa kimse, mesela matematikle neden uğraştığını hiçbir zaman tam olarak bilemez. Önemli olan, geri dönmeyi göze alamayacağımız kadar yol gitmiş olmaktır bu konuda.
Bana sorarsan anlattıkları konularla öğrencilerinin canını sıkan hocalar, ders verirlerken kendileri de sıkılırlar.
Meselelere yukarıdan bakmayı bildikten sonra dünya gibi gezegenler insana çok küçük görünür. Newton da “Başkalarından ilerisini görebiliyorsam, bunu devletin sırtına çıkmama borçluyum” demiştir.
Herkes hafızasından, hafızasının zayıf olduğundan kolaylıkla şikayet eder; fakat asla zekasından yakınmaz. Bilmez ki hafıza, zekanın bir unsurudur.
İyi yaşamak da bilgiye dayanır. Bunu da göstermeliyim sizlere. Çünkü ülkemizin insanları daha yaşamanın acemisidir. Onlara insan gibi yaşaması öğretilmemiştir henüz. Nasıl yaşamak gerektiği de sezdirmeden öğretilebilir onlara. Hayatın yaşamaya değer olduğu öğretilebilir. Güzel sanatların da, edebiyatın da büyük ve güzel şeylerin de var olduğunu öğrenmeli insanlarımız.
“Bir seminer hazırlamanın amacı bir eğriyi çizmek olamazdı. Senin amacın, bu eğriyi çizmekle ne yarar sağlayacağını göstermektir “dedi Mustafa İnan. Mustafa İnan bunu anlatmakta genellikle çok zorluk çekiyordu: mesela lisedeki sınıf arkadaşları derslere çalışırken amaçlarının sınıf geçmek olduğunu sanıyorlardı.
Her şey gün gün değişiyordu. Önce harfler değişmişti, yepyeni bir yazı çıkmıştı. Eski yazı da bir çırpıda ortadan kalkmamıştı tabi. Eski ve yeni her konuda yan yana yaşıyor, karşıt anlayışlar birbirlerini yok etmeye çalışıyorlardı. Aydınlar, yeni harflerle basılan kitapları okuyorlar ve kitaplar üzerindeki düşüncelerini eski harflerle bir kenara yazıyorlardı. Sonra kelimeler değişti. Her gün yüzlerce yeni kelime ortaya atılıyor, bir gün önce ortaya atılmış olan yüzlerce kelime siliniyordu. Bu arada eski kelimeler de yara alıyordu, ortadan kalkıyordu. İki taraf da ağır zayiat veriyordu. Cepheye durmadan yeni kelimeler sürülüyordu. Bugün bile kullanılan eski kelimelerin savaş dışı edildiği sanılmıştı önceleri. Bu kadar çok cephede savaşmak gerekli midir? Düşman bu kadar çok cepheli midir? Yoksa bazı dostlara karşı da düşman sanılarak savaş mı açılmıştır? Eski kültürün, medeniyetin yanı sıra, Batı’dan bazı birlikler getirtilerek, savaşa sokulmuştu. Yüz yıl kadar önce de, yeni görünüşlü birtakım adamlar çıkmıştı ortaya. Bu adamlar ülkeye yeni ayak basan yabancılar gibiydi. Her konuda değişik görüşlerle ortaya çıkarak, her konuda, bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Fransız ansiklopedicileri gibi bir şeydi bunlar. Her telden çalıyorlardı: Ahmet Mithat Efendi tek başına bir gazeteyi dolduruyor, Namık Kemal de tiyatrodan romana, şiirden siyasete kadar her konuyu deniyordu. Her şeyden biraz bilmeye çok önem veriliyordu. Herkes her şeyi biliyordu. Herkes her şeyden anlıyordu. Bu rüzgar, 1930 yıllarında da bütün gücüyle esiyordu. Aceleden, yeni kılıklar Batı’dan ithal edilirken, kafaların ithali unutulmuştu; ya da gümrüklerden çekilmemişti. Saçı ve sakalı uzun olan biraz uzun tabii şairler filozof sanılıyordu: tarih, dil, sosyoloji gibi konularda biraz fikri olanlar ya da fikri varmış gibi görünenler bilgin olarak saygı görüyordu. Artık ne bilginlerle, ne bunların düşünceleriyle başa çıkmak imkanı kalmamış gibi görünüyordu. Bu arada yorulmaz mütercimler, ellerine geçen her şeyi, insana hüzün verecek kadar acıklı bir biçimde, Türkçe’ye pek yakın sayılamayacak şekilde çeviriyorlardı.
Sonuç tek taraflı olarak biz öğrencileri perişan ediyor. Öğrenemeyen arkadaşlarımın başına gelenleri biliyorum da öğretemeyen hocaların akıbeti hakkında pek bilgimiz yok.
Mustafa İnan İsviçre’de kalsaydı, oradaki hocalarının da inandığı gibi, dünyanın bir iki büyük mekanikçisi arasında yer alabilirdi. Fakat ülkesinin bundan ne yararı olacaktı? Olmasın; çünkü bazılarına göre bilim evrenseldi, bu gerçeğin dışında hiçbir şeyin önemi yoktu. Bu görüş belki doğrudur. Ne var ki, ülkemizin de, bu görüşün doğru olmadığına inanan insanlara şiddetle ihtiyacı vardır.
Geleneklerine bağlıydı Mustafa İnan. Geleneksiz olunca hiçbir yere varılabileceğine inanmıyordu. Türk kültürünün de büyük bir gelenek içinde yerini alacağına inanıyordu. İthal malı bilim ile bilimsel ortamın yaratılamayacağına inanıyordu. Oysa Tanzimatla birlikte varlığına inandığı büyük gelenek önemli sarsıntılar geçirmeye başlamıştı. Doğu’nun, bireye önem vermediği ileri sürülen kapalı toplum anlayışı en ağır biçimde eleştiriliyordu. Her şeyin ve bu arada bilimin de, Batı’dan ithal edilmesi gerektiği sanılıyordu. Ne var ki, ithal malı bir gelenek kurma çabaları çoğu zaman hazin sonuçlar veriyordu.
Üniversite kalmak hayata atılmamak gibi görülüyordu. Peki hayata atılanlar ne yapıyorlardı? “Düşünme yeteneğini gittikçe kaybettiğimi hissediyorum” diyor bunlardan biri. “karşıma çıkan meselelerin, öğrendiklerimle hemen hiç ilgisi yoktu; unların hakkından gelmek için öyle uzun boylu düşünmeye ihtiyaç yoktu, yalnız koşuşmak gerekiyordu. Böylece, en az düşünen insanlardan biri oldum zamanla” .
Temerküz: Toplanma
Ülkenin ileri gelen aydınları da böyle konularda beylik görünüşlerden yanaydı. Onlar da, sadece iyi giyinen, her mevzuda sohbeti tatlı olan, kadınlara kibar davranan salon adamı Mustafa İnan’la ilgiliydiler. Bir toplantıda kibar bir hanım “siz uzun müddet Avrupa’da bulunduğunuz halde, neden dans etmiyorsunuz?” diye sorunca “Ben Avrupa’ya dans öğrenmek için gitmedim” demişti.
Düşünmek, ilmi araştırmalar neticesinde sabit olmuştur ki, en çok enerji sarf edilmesi icap eden fiziki bir olaydır. Bu enerjiyi bulamadığı için veya sarf etmek külfetine doğuştan istekli olmayan insan yavrusu ise, böyle bir işe karşı daima tembellik içindedir. Her fırsatta ondan kaçmak yolunu bulur. Onun için, düşünme sporu ile bu işe alıştırılması ve düşünme sanatını öğrenmesi gerekir.
Yahya Kemal “Cehalet mükteseptir, yani tahsil ile olur” derdi. Bazılarımız da yalnız akla güvenir, salim bir kafa ile her şey hakkında fikir yürütülebileceğini zanneder. Düşünmek sanatı da mükteseptir, yani sonradan öğrenilir. Çocuklarımıza durmadan tekrarlıyoruz: “Muhakkak yabancı dil öğren! Düşünmeyi öğren derseniz” hakaret oluyor. Düşünmeyi öğrenmek de, herhalde yalnız düşünmenin kanunlarını bilmek değildir. Belirli problemleri çözebilmek için elbette belirli bilgileri öğrenmek gereklidir; fakat bence önemli olan, asıl güçlük, problemleri kurmaktır.
Kelimeler her şeyden önce kulağa hitap eder. Eğer hece çeşidi az olursa, mecburen mevcut heceler, tekrar tekrar kullanılacak ve kelimeler ses yönünden birbirlerine çok benzeyeceklerdir. Bu ise dilin rahatça anlaşılmaması gibi bir mahzur doğuracaktır.
Kalıp sözler, moda sözler, hazır nükteler, hep düşünce zorluğuna dayanır. Henry Ford’un dediği gibi “Düşünmeye mecbur kalmak bir kimse için en büyük cezadır”.
İnsan öğrenmeden bu kadar cahil olamaz. Cahilliğin bu derecesi pek basit olamaz.
İnsanlar ne kadar bilirse, toleransı da o kadar fazla yer verecekler. Kelimelerin köklerini öğrenmek bile bir sürü boş inancı, yanlış anlamayı ortadan kaldırabilir. Bütün Batılılara gavur diyoruz; halbuki Farsça’dan aldığımız bu kelime ateşe tapan demektir. Şu Avrupalılara, haklı da olsa, ne kadar kızılırsa kızılsın, onların ateşe taptıklarını ileri sürebilir miyiz?
Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz. Burada ana bildiğiniz anne değil, bir yerin adı. Atlı karınca da aslında atlı karaca olacak. Her şey zamanla değişiyor. Beş aşağı, beş yukarı ne demek? Olmaz öyle şey. Beş aşağı baş yukarı dolaşır insan. Darısı başıma mı? Hayır. Darusu (ilacı) başıma.
İnsanlarımızı önce düşünmeye, doğru düşünmeye sevk etmek lazım. Konuştukları dili düşünsünler, kullandıkları kelimeleri düşünsünler ve her şeyden önce de bir bilimsel araştırma yaparken ne yaptıklarını, ne yapmak istediklerini, nereye varmak istediklerini düşünsünler. Zannediyorlar ki, kendilerine lazım olan şey, karşılarına çıkan matematik denklemleri çözmek, eğrileri çizmek ve buldukları sonuçları hemen Almanca’ya İngilizce’ye çevirerek yabancı dergilere göndermek ve başkalarının kitaplarında bu makalelerden bahsedilmesini temin etmek.
Sonunda Mustafa Hoca, masonluk üzerinde düşünmeye başladı: “Masonluk, bir dine salik, yani kendini adayan kimseye kıymet verir; zira takdir eder ki doğruluk ve iyiliğin kayağına ancak bu imanlı kimseler erişebilir. Aynı zamanda masonluk, dinler arasında bir tercih yapmaz ve yine takdir eder ki yalnız ilim metodları ile bir dini diğerine tercih etmek kabil değildir. Çünkü ilmin metodları bu alanlarla ilgilenmez.
Herkes efsane kahramanlarını, kendi yapamadığı ve yapmaya cesaret edemediği işlerin adamı olarak görür.
DEĞERLENDİRME:
Konu: Mustafa İnan isimli, matematik ve mekanik üzerine uzman olan bir bilim insanımızın hayatı konu edilmiştir.
Üslup: Biyografik bir roman olması sebebiyle 1975 yılında ilk baskısı yapılan eser, dönemi dikkate alındığında da ülkemiz adına önemli bir yazılı edebiyat ürünü mahiyetindedir. Eserin ana temasında Mustafa İnan’dan bahsedilirken ana karakterin birinci ağızdan ve 3. kişilerden edindiği bilgiler ile kurgusal bir şema ve anlaşılır bir dil kullanılmıştır. Bu sebeple kitap, takibi kolay ve bir o kadar da önemli mesajlar içerebilmeyi başaran güzide eserlerden birisi olarak anılmayı bu kriter bakımından fazlasıyla hak etmektedir.
Özgünlük: Yazıldığı dönemin şartlarına ve ülkemizdeki edebiyatın çeşitliliğine bakılacak olursa biyografi ve roman türünün günümüzde dahi başarılı örneklerine nadir olarak rastlandığı belirtilmelidir. Bu sebeple eserin, bu yönden oldukça özgün bir başarı yakaladığını söylemek gerekmektedir.
Karakter: Eserdeki, ana karakter, tam anlamıyla Mustafa İnan’ı baştan aşağı anlatmakla görevlendirilmiş bir aracı olarak gözükmektedir. Ancak Mustafa İnan’ın birtakım düşüncelerinden etkilenmiş ve ona hayran olan bir karakter olması sebebiyle esere bir şahsiyet katan ana karakter, kendi yorumları ile de eserin tek düze bir biyografi kitabı olmasının önüne geçmeyi başarmıştır.
Akıcılık: Üslup ve karakter çalışmasının olması gerektiği gibi sade ve anlaşılır olması, eserin adeta sürükleyici bir roman gibi hemen bitirilmesi bakımından okuyucuyu teşvik edecek niteliktedir.
Genel: Yukarıda belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede:
Konu: 8,5
Üslup: 8,5
Özgünlük: 9
Karakter: 8
Akıcılık: 8,5
puanlarını alan eserin genel ortalaması 8,5 puan almayı fazlasıyla hak etmektedir. Özellikle biyografik roman türüne ilgisi olan okuyucular için biçilmiş kaftan olan eser, herkesin kitaplığında bulunması gereken Oğuz Atay klasiklerindendir.
(*) : Notlar başlığındaki bütün kısımlar:
BİR BİLİM ADAMININ ROMANI – MUSTAFA İNAN
Yazar: Oğuz Atay
Basım Tarihi: 2020 – 61. Baskı
Yayınevi: İletişim Yayınları
kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.
Comments