YORUMLAR:
Jack London'un unutulmaz eserlerinden bir diğeri olan Demir Ökçe, tam manasıyla kapitalizm ve sosyalizm mücadelesini konu edinen bir roman olarak dikkatleri çekmektedir. Romanın ana karakteri Ernest Everhard, aynı zamanda bulunduğu şehirde ve ülkedeki Sosyalist örgütlenmenin de gittikçe üst seviyelerine doğru emin adımlarla ilerleyen ülküsüne sadık ve bir o kadar da radikal bir karakter olarak tasvir edilmiştir. Sosyalist bir dünya kurgusu için büyük bir devrimin olması gerektiği kanaatine sahip olan karakterin yaşamı, ondan hoşlanan bir kadının ağzından kaleme alınmıştır.
ABD'de 1900'lü yılların başında gittikçe kitlesel bir harekete dönmeye başlayan Sosyalizmin Demir Ökçe olarak isimlendirilen ve alıntılar kısmında ismin kaynağının açıklandığı üzere, kapitalist sınıfın baskısından kurtulmaya çalışması dikkat çekiyor. Ancak yazar tarafından sosyalizme de oldukça önemli iğnelemelerin yapıldığı dikkatlerden kaçmıyor. İlk olarak belirtmek gerekirse; sosyalist kitlenin büyük çoğunluğunda, sermayeyi ele geçirip benzer bir oligarşik sisteme dönüştürme niyetinin bulunduğu açık bir şekilde ana karakter tarafından eleştiriliyor. Dolayısıyla ezilen kesimin asıl derdi; bu düzenin değişmesi olarak değil, ezenler sınıfına geçerek kendi refahlarını temin etmek olarak gösteriliyor. Okuyucuya verilen bu mesaj ile gerçekten kaç tane sosyalist olabileceğini ve bu rejimin neden bu zamana kadar tam manasıyla uygulamasının görülemediğine dair de önemli bir detay belirtiliyor. Bunun yanında kapitalizmin, bütün acımasızlığı ile gösterildiği eserde, kapitalist sınıftaki en üst zümrenin alt kısımdakileri nasıl kontrol altında tuttuklarına dair de birçok yöntemden bahsediliyor.
Ana karakterin sevgilisi ve romanın sonraki aşamalarında eşi olan karakterimiz ise, gün geçtikçe eşine daha da bağlanarak mevcut düzene dair görüşlerine çok daha fazla değer verdiği, bu davasında kendi payına düşen yardımı gerçekleştirmeye çalışıyor. Ancak bu durum, kapitalist sermaye sahiplerinden maaş alan babasına oldukça zor günler geçirterek onları bir taraf seçmeye zorluyor. Babası, durumu fark ederek sermaye sahiplerine ve dolayısıyla patronlarına meydan okumayı seçtiği anda bütün malvarlıkları çok kısa bir sürede ellerinden alınıyor. Bu süreçte, işçi ayaklanmaları dünya çapında tesir göstererek kaçınılmaz bir hesaplaşma faslına sahne oluyor ve beklenen gerçekleşerek kanlı bir savaş meydana geliyor. Ancak savaşın kazanını ilk aşamada kapitalistler olarak gösterilse de, eser beklenmedik şekilde adeta cümle yarısında sona erdirilerek yazarın son alıntısı ile kafaları karıştırıcı bir şekilde bitiriliyor.
Alıntılar kısmında görüleceği üzere, yazarın batı edebiyatına ve kültürüne olan hakimiyetinin tartışılmaz seviyede dikkat çektiği ve batının rönesanstan beri şiar edindiği birtakım ilkelerin de kaynağının sorgulanmasına yol açan eserde, sosyalizm gerçek manada uygulanabilmesi mümkün olmayan bir devlet sistemi gibi gözüküyor. Ancak insanın bulunduğu düzenlerde ideallik ve mükemmelliğin bulunmaması, bu rejimin insanın doğasına aykırı olduğunu gözler önüne sermeyi başarıyor. Bu hususlara ek olarak, kapitalizmin kontrol ettiği unsurlar arasında din adamlarının da bulunması, yazarın özellikle batı edebiyatında yer edinen din karşıtı duruşunu bir diğer rejim tarafından desteklenmesi ile meydana geliyor. Fakat sosyalizmin, dinlerin tamamını bu şekilde görerek insanların bu inanışlardan vazgeçmesi gerektiğini telkin ettiği, fiili ve maddi dünyanın gerçekleri ile yüzleşip üretime odaklanmalarını istediğini de göz ardı etmemek gerekiyor. İnancı olmayan birçok insanın ahlaki değerlerinde de sarsılmalar ve çıkarcı görüşler meydana geleceğinden büyük bir anarşist düzenin önünün açılabileceğine de dikkat çekmek gerekiyor.
Yine, devlet mekanizmasının, sosyalist bir oligarşi tarafından yönetildiği rejimlerde, (örneğin SSCB gibi) halkın hiçbir şekilde belirli bir zümreye dair bilgi edinemeyeceği, bu kişileri denetlemeyi düşünemeyeceği, yeri geldiğinde açık bir şekilde müdahalelerde bulunabileceği bir yönetim olduğu takdirde, inancı ve değerleri elinden alınan toplumun bu anarşi düzenini ortaya koyabileceği gerçeği çok daha olası gözüküyor.
Sonuç olarak esere bakıldığında, ne sosyalist bir düzenin ne de mevcut kapitalizm dünyasının, insana tam olarak uymadığı ve haksızlıklara yer verebileceği gözler önüne seriliyor. Gerçekten uygulanabilecek ve insana uygun olan daha iyi bir sistem olabilir mi? Yoksa insanlık belki de hak ettiği şekilde yönetilmeye devam mı ediyor? Buna dair her zaman söylentiler ve çalışmalar mümkün olmakla birlikte, kapitalizmin oldukça uzun süredir var olduğu dikkate alındığında, insanın doğasına en uygun olanın bu sistem olabileceği akıllara geliyor. Cevap ne olursa olsun; eser, kesinlikle okunmayı hak eden kitaplar arasında yer almayı hak ediyor.
ALINTILAR(*):
Tarihe geçen Demir Ökçe terimini ilk kullanan, Ernest Everhard'dır. Bu mesele, yeni bulunan bu belgenin açıklığa kavuşturulduğu tartışmalı konulardan birisidir. Bu terimin ilk kez, Georkge Milford tarafından kaleme alınıp Aralık 1912'de basılan Ey Köleler başlıklı kitapçıkta kullanıldığı düşünülmekteydi. Oligarşi ilk kez bu yılda Demir Ökçe olarak adlandırıldığı tartışmasızdır.
"Siz metafizikçisiniz. Metafizikle her şeyi kanıtlayabilirsiniz. Her metafizikçi karşısındaki metafizikçinin yanıldığını kanıtlayabilir; kendi kafasına göre tabi. Siz düşünce dünyasının anarşistlerisiniz. Çılgın birer kainat yaratıcısınız. Her biriniz kendi kapris ve isteklerinize göre yarattığınız kainatlarda yaşarsınız. İçinde yaşadığınız gerçek dünyayı tanımadığınız gibi düşüncenizin dünyadaki yeri de zihinsel bir sapmadan fazla değildir.”
Metafizikçi kendi öznelliğiyle tümdengelimle akıl yürütür. Bilim adamıysa deneyden çıkardığı maddi olgulardan tümevarımla akıl yürütür. Metafizikçi, teoriden maddi olgulara giderken bilim adamı, maddi olgulardan teoriye gider. Metafizikçi, evreni kendisiyle açıklarken bilim adamı, kendini evrenle açıklar. Bilim adamları kalbin kan dolaşımındaki yerini formüle ederken, onlar, yüreği duyguların evi ilan etmek suretiyle, kelimeyi çarpıtarak kullanmama izin verirseniz, felsefe yaptılar.
Paranızı ödeyen, sizi besleyen, bu akşam üzerinizdeki şık giysileri sırtınıza giydiren, kapitalist sınıf. Bunun karşılığında da özellikle işvereniniz açısından kabul edilebilir bir tarz metafizik vaaz ediyorsunuz. Halbuki onlardan kabul gören metafizik, toplumun müesses nizamını tehdit etmediği sürece kabul görmektedir.
Alıntı: Aman vermek tabiri, eski zamanların geleneklerinden kaynaklanır. İnsanların vahşi hayvanlar gibi ölümüne savaştıkları dönemlerde yenilen adam silahlarını yere atardı. Onu öldürmek veya sağ bırakmak, galibin arzusuna bağlıydı.
ABD'li öykücü O'Henry'nin "Domuz Hırsızı Adama Acır mı?" adlı öyküsünde dolandırıcılık yapmak için kendine dürüst ve güvenilir bir partner arayan Jefferson Peters, aradığı adamı bulur. Ancak bir domuz alım satımında onun tarafından dolandırılır. Öykünün orijinal başlığı ise Domuz Ahlakı'dır. söz konusu tabir de bu hikayeden meydana gelmiştir.
Bırakınız yapsınlar politikası, herkes başının çaresine baksın ve altta kalanın canı çıksın demektir. Bay Everhard'ın evvelki akşam söylediği gibi siz din adamlarının işlevi müesses nizamı korumaktır ve toplum da bu düzen üzerinde kurulmuştur. Kilise, kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerinde uyguladığı korkunç zulmü ve kaba güç politikasını onaylıyor.
Alıntı: Proletarya, Latince proletari kelimesinden türetilmiştir. Servius Tullius'un yaptırdığı nüfus sayımında devlete sadece artçı kuvvet olarak ve sahip olduğu oğullarıyla (proles) bir anlamı ifade eden, yani servet, makam ve istisnai bir yetenek açısından hiçbir değeri bulunmayan insanlara verilen isimdir.
Kuzularımı besleyin talimatını veren kilise, o kuzuların köle gibi satıldığını ve ölümüne çalıştırıldığını gördüğü halde hiç sesini çıkarmadı.
Bütün okumalarım, araştırmalarım gösterdi ki hak başka şeydir, hukuk başka şey. Gidin istediğiniz avukata sorun. İsterseniz bunun doğru olup olmadığını öğrenmek için hukuk fakültesine gidin.
Hiçbiri özgür iradesi ile ifade veremiyor ki, o acımasız sanayi makinesine her taraflarından bağlılar. En büyük trajedi ve işin bana en çok dokunan tarafıysa yürekten bağlı olmaları. Çocukları var ve en büyük içgüdüleri, onları korumak. Bu güdü sahip oldukları bütün ahlaki değerlerden daha üstün. Zavallı babam! O da benim ve kardeşlerimin ağzına birer parça ekmek koyabilmek için çaldı, yalan söyledi, bütün şerefsizlikleri yaptı.
Egemen sınıf ahlakının büyük bir kısmı, o sınıfın çıkarlarından ve o sınıfın üstünlük hissinden kaynaklanır.
Büyük kapitalist dışında sanayi makinesindeki hiçbir kişi özgür iradeye sahip değildir, o bile özgür değildir. Görüyorsun patronlar yaptıkları şeyin doğru olduğu konusunda kesinlikle eminler. Zaten saçmalığın zirvesi de bu. İnsanı doğaları onları o kadar bağlar ki doğru olduğuna inanmadıkları bir şeyi yapamazlar. Eylemlerinin bir gerekçesinin olması gerekir. Bir şey yapmak istediklerinde, tabii ki iş hayatından bahsediyorum, zihinlerinde o şeyin doğru olduğuna dair dinsel, ahlaki, bilimsel veya felsefi bir kavram oluşmasını beklerler. Ancak ondan sonra yaparlar. Bu arada düşüncenin arzudan doğduğundan ve bunun insan zihninin zaaflarından biri olduğundan habersizdirler.
Sosyete terimi, kendi çalışmayıp emekçilerin bal küplerinden tıka basa yiyen süslü asalakları ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Ne işadamlarının ne de emekçilerin sosyeteye ayıracak zamanları veya fırsatları vardı. Sosyete, çalışmadan oyalanan işsiz zenginlerin yarattığı bir şeydir.
1900'lü insanlara hitaben "o dönemin insanları, sözün esiriydiler. Bu bağımlılıklarının bayağılığı bizim için anlaşılabilir bir durum değildir. Sözün kendi büyüsü, her türlü sihrin üzerindeydi. Zihinleri o kadar karşılık ve kaotikti ki tek bir laf bile hayat boyu süren ciddi araştırmalar ve düşünceler sonucunda ortaya çıkan genellemeleri olumsuzlayabilirdi. Ütopik de işte böyle bir sıfattı. Sadece bir kez söylenmesi bile ne kadar akıllıca ortaya konulmuş olursa olsun, bütün ekonomik düzelme ve yenileşme çalışmalarını sona erdirebilirdi."
1912 gibi geç bir tarihte bile insanların çoğu verdikleri oylarla ülkelerini yönettikleri inancına bağlı kalmaya devam etmiştir. Ülkeyi esas yönetense siyasi makine adı verilen şeydir. Önceleri bu siyasi makinelerin patronları, onların istediği yasaları çıkarmak için büyük kapitalistlerden fahiş paralar almış ancak kısa süre içinde kapitalistler bu makinelere sahip olup onları kendi adına çalıştırmanın daha ucuza geleceğini anlamışlardır.
Abraham Lincoln öldürülmeden önce "Cesaretimi kıran ve ülkemin güvenliğini düşününce titrememe sebep olan bir krizin yakın gelecekte yaşanacağını öngörüyorum... Şimdi şirketler göklere çıkarılıyor. Sonra yüksek mevkilerdeki rüşvet ve yozlaşma gelecek. Ülkedeki mali iktidar, insanların önyargılarına hitap ederek servetler birkaç elde toplanana ve Cumhuriyet yok olana kadar egemenliğini genişletmeye çalışacak." demiştir.
Amerikan basını... Pöh! Kapitalist sınıfın sırtından geçinen bir parazittir. Görevi kamuoyunu şekillendirerek düzene hizmet etmektir. Bunu da gayet güzel yapar. Dur bak bir kehanette bulunayım. Yarınki gazeteler sadece Piskopos'un rahatsız olduğunu uzun süredir çok çalıştığı için ruhen yıkıldığını yazacak.
Delilik nedir ki? Birinin kabul etmediği fikirlere sahip başka birinin zihinsel süreçleri, ona göre hep yanlıştır. Yani o insanın zihni yanlış çalışır. Yanlış çalışan zihinle delilik arasındaki çizgi nedir? Aklı başında birinin, başkalarının vardığı makul sonuçlarla temelden ters düşmesi, çok anlaşılabilir bir şey değil.
Makine kırıcılar, 18. yy'da İngiltere'de kadınlar ve erkekler kendi evlerindeki el tezgahlarında kumaş dokurlardı. Evlerdeki bu manifaktür sistemi yavaş, maliyetli ve hantal bir süreçti. Sonra emekten tasarruf eden buharlı makineler geldi. Bin el tezgahı büyük bir fabrikada bir araya getiriliyor, merkezi bir makine tarafından çalıştırılan bu tezgahlar, el tezgahlarına göre çok daha hızlı kumaş dokuyorlardı. İşbirliğini kendi içinde sağlayan fabrikanın karşısında el tezgahının rekabeti yavaş yavaş sönüp gitti. Eskiden el tezgahlarında çalışan kadınlar ve erkekler fabrikalara girip oradaki dokuma makinelerinde ve artık kendileri hesabına değil, kapitalist patronları için çalışmaya başladılar. Hayat standartları çok düştü. Açlık çektiler. Ve tüm bunların makinelerin kabahati olduğunu söyleyip makineleri kırmaya başladılar. Tabi başarılı olamadılar ve çok saçma bir iş yaptılar.
Filipinler 1898 yılında 20 milyon dolar karşılığında İspanya tarafından ABD'ye devredildi ve 1935 yılına kadar bu ülkenin denizaşırı toprağı olarak kaldı. 1935'te dil politika ve askeri konular hariç özerk eyalet statüsü kazanan Filipinler, 1946'da bağımsız cumhuriyet haline geldi.
İşçilerin bütün ücretlerini tüketime ayırsalar, sermaye sınıfınınsa büyün ihtiyaçlarını karşılasalar bile elde tüketilemeyen bir üretim fazlasının kaldığını gördük. Bu fazlasının ancak yurtdışına ihraç edilebileceği üzerinde anlaştık. Yine aynı şekilde üretim fazlasının başka ülkelere ihracının o ülkenin imkanlarını geliştireceğini ve kısa süre içinde o ülkenin de tüketilemeyen üretim fazlalarına sahip olacağını gördük. Karl Marx'ın Kapital adlı eserinde bu duruma artık değer ismi verilmekteydi. Üretim fazlasının ne yapılacağını size ben söyleyeyim dedi Ernest. Atalım denizie gitsin. Her yıl denize yüz milyonlarca ayakkabıyı, buğdayı, kumaşı ve benzeri emtiayı atalım gitsin. Sorunumuzu bu çözer mi?
Tröstlerle işçi sınıfı arasındaki mücadelenin konusu, artık dünyaya ve makinelere kimin sahip olacağıdır. Savaşın cephesi böyle çizilmiştir. Her iki taraf da makinelerin kırılmasını istemez. Tersine her iki taraf da makinelere sahip olmak ister. Bu kavgada orta sınıfın yeri yoktur.
Toplumda 3 büyük sınıf vardır. İlki oligarşi. Zengin bankerlerden, demiryolu sahiplerinden, büyük şirketlerin yönetici ortaklarından ve tröstlerin patronlarından oluşuyor. İkincisi, orta sınıf, sizin sınıfınız. Çiftçilerden, tüccarlardan, küçük işadamlarından, zanaatkarlardan oluşuyor. Üçüncü ve son sınıfsa benim sınıfım, proletarya. Ücretli işçilerden oluşuyor. Oligarşi, 67 milyar dolarlık servete sahip. Çalışanlar arasında yapılan hesaplara göre ABD'de nüfusun sadece %0.9'u oligarşi sınıfına mensup olduğu halde toplam servetin %70'i onların elinde. Orta sınıfın elindeki servet, 24 milyar dolar. Çalışan nüfusun %29'u burada ve toplam servetin %26'sı onların elinde. Kalan servetse proletaryanın. Toplam 4 milyar dolarlık varlığı var. Nüfusun %70' i bu sınıfa mensup ama toplam servetin yalnızca %4'ü onlara ait.
Servet esas güç değildir, esas gücün aracıdır. Esas güç iktidardır.
Ondan mükemmel bir hizmet almasına rağmen devleti ve hükümeti kontrol eden, bu çeyrek milyonluk kitle değildir. Hükümeti kontrol eden, oligarşinin beynidir ve bu beyin, küçük ama güçlü 7 gruptan oluşur. Unutmayın bu gruplar fiilen birlikte hareket ederler.
Alıntı: 7 Grup ile Ortabatı Demiryolları sahibi J. Hill, Pennslvanya Demir Yolu grubu ile New York ve Philadelphia'nın büyük bankaları, Harriman, Demiryolu hisselerinde Gould, Rock Island takımı diye bilinen Moore, Reid ve Leeds. Bu güçlü oligarklar rekabetin çekişmesinden sıyrılarak birleşmeye doğru kaçınılmaz yolculuklarını tamamlamışlardır.
Başlangıçta proleteryaya mensupken tasarruflu davranması, kurnazlığı ve fırsatları değerlendirmesi sonucunda, Standard Oil adıyla bilinen ilk mükemmel tröstü oluşturmayı başaran kişi, Rockefeller'dır. 1902 tarihli bir gazete yazısı ile, 10 yıl kadar önce Rockefeller'ın geliri, iyi bir uzman tarafından 30 milyon dolar olarak verilmişti. Petrol işinde karların yine karlı bir şekilde yatırıma dönüştürülmesinin sınırına gelmiş bulunuyor. Devasa bir nakitten, sadece John Davidson Rockefeller için ayda 2 milyon dolardan fazla paradan bahsediyoruz. Yeniden yatırım meselesi gayet ciddidir. Hatta bir kabusa dönüşmüştür. Petrol gelirleri sürekli ve sürekli artmakla birlikte akılcı yatırımların sayısı sınırlıdır, yarın daha da sınırlı olacaktır. Rockefeller'ların petrol dışındaki alanlara girmeye başlaması, açgözlülüklerinden kaynaklanmıyor. Para mıknatısı olan tekelin karşı konulmaz biçimde kendine çektiği servetler tarafından mecbur bırakıldı. Gerçi Bay Morgan'ı demiryollarının mali ve idari organizsayonu işlerinde bu kadar güçlü kılan şey Rockefeller'ın oyudur ama eklenmelidir ki Rockefeller'ın Morgan'ın beynine olan ihtiyacı, berikinin onun oyuna olan ihtiyacından daha büyüktür. Şu anda ikisinin birliği, büyük bir çıkar grubu oluşturmuştur. Rockefeller'ların bankası National City Bank, açık ara ABD'nin en büyük bankasıdır. Dünyada ise onu sadece İngiltere ve Fransa merkez bankaları geçebilir. Ortalama mevduat girişi günde 100 milyon doları aşan banka, Wall Street'i ve borsanın kısa vadeli kredi piyasasını kontrol etmektedir. Ama onların tek bankası bu değildir. National City Bank, New York'ta 14 bankayla ülkenin bütün büyük mali merkezlerinde yer alan başka bankalardan oluşan Rockefeller bankalar zincirinin lider kuruluşudur sadece. John D. Rockefeller, piyasa kotasyonuna göre dört ila beş yüz milyon dolarlık Standard Oil hisse senedine sahiptir.
Bilinmezin sınırında olduğunuzu size söyledim. Gizliden gizliye etrafımızda büyük şeyler oluyor. Bunu hissedebiliyoruz. Ne olduğunu tam bilemiyoruz ama bir şey oluyor, bunu biliyoruz. Toplumun tüm dokusu bunlarla sarsılıyor. Bana sormayın, ben de bilmiyorum. Ama toplumdaki kabarmadan bir şeyler berraklaşıp çıkmak üzere.
Alıntı: Kara Yüzler, Rus Devrimi sırasında Çarlık Otokrasisi tarafından örgütlenen gerici çetelerdir. Bu çeteler devrimcilere saldırdıkları gibi gerektiği anda ayaklanma çıkarıp mala mülke zarar vermek suretiyle Çarlık'ın Kazak birliklerini göreve çağırması için bir gerekçe oluşturmak üzere kullanılmışlardır. Kara Yüzler, aynı zamanda 19. yyda kapitalistlerin gizli ajanlarının arasından çıkan özel bir grubun adıdır ve bu asır boyunca işçi mübadelesinde giderek daha çok kullanılmıştır. Bu konuda tartışmalı bir taraf yoktur. Kara Yüzler, işverenlerin bu gizli ajanlarının arasından çıkmış ve oligarşinin en korkunç silahlarından biri olan ajan provokatörler haline gelmişlerdir.
Sanayinin güçlü adamları, orta sınıfa karşı döndü. Emeği yırtıp parçalamak için onlara yardım eden işveren birlikleri, şimdi onlar tarafından yırtılıp parçalanacaktı. Orta sınıf, küçük işadamları ve üreticiler ezilirken tröstler sabit durdular. Hayır, sabit durmaktan fazlasını yaptılar. Aktiftiler. Rüzgar ektiler. Biçecekleri fırtınadan nasıl kar edeceklerini sadece kendileri bilerek daha çok rüzgar ektiler.
İnsanın karnını doyurana kadar ruhuna yardım edemezsiniz. Efendimiz'in kuzularını ekmekle, tereyağıyla, patatesle ve etle beslemek lazım ki ancak ondan sonra ruhları daha ileri besinleri almaya hazır hale gelsin.
Cesur insanların ölmesini görmek, bir korkağın yaşamak için yalvarmasını seyretmekten çok daha kolaydı.
Aristokratik yaklaşımlar, canlarının kanlarının bir parçası olana dek içlerine nakşedildi. Kendilerini vahşi hayvan terbiyecisi, canavarın efendisi gibi görmeye alıştırıldılar. Buna göre ayaklarının altında yeraltının isyanı gürlüyor, şiddet ve ölüm onların gafletlerini kolluyordu. Bombalar, bıçaklar ve kurşunlar, insanlığın devamı için tahakküm edilmesi gereken derinlerden kükreyen bu canavarın dişleri gibi geliyordu onlara.
DEĞERLENDİRME:
Konu: Ernest Everhard isimli sosyalist bir liderin, 1900lü yıllardaki devrimin başlangıcı öncesinde başından geçenlerin eşi tarafından kaleme alınarak işlendiği eser, kapitalizm-sosyalizm mücadelesini konu ediniyor.
Üslup: London'un yine, yalın ve bir o kadar detaylı anlatımı ile okuyucuyu birçok yerde etkilemeyi ve hayata dair sorgulamalar yapmasına vesile olan üslubu, bu eserde de kendini gösteriyor.
Özgünlük: Konu itibariyle özgün olması pek mümkün olmayan eserde, yazarın diğer özgün eserlerine bakılırsa, bu kitabında özgünlük kaygısı taşımadığının belirtilmesi gerekiyor.
Karakter: Ana karakter ve eşi etrafında şekillenen ve yardımcı karakterlerin toplumun birçok tabakasından kişiler seçilerek meydana getirildiği eser, yazıldığı döneme dair toplum mozaiğini ve fikir dünyasını muhteşem bir şekilde dile getiren karakterler ile süslemesi sayesinde, etkileyici bir roman kimliğine sahip olduğunu gösteriyor.
Akıcılık: Üslup bakımından oldukça başarılı unsurlar ile olay örgüsünün sıkmadan devam ettiği eser, akıcılık yönünden de okuyucusuna birkaç yerde dikkat dağıtması dışında sürükleyici olduğunu gösteriyor.
Genel: Yukarıda belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede:
Konu: 8
Üslup: 8,5
Özgünlük: 6,5
Karakter: 9,5
Akıcılık: 7,5
puanlarını alan eserin genel ortalaması ise, 8 puan olarak (özgünlük kriterine odaklanılması gerekmeyen kategorilerden birisi olduğu da dikkate alındığında) en yüksek değerlendirme puanlarından birisini almayı hak ettiğini gösteriyor. Siyasi ve toplumsal eserler ile tarihi unsurların terkibinden meydana gelen roman severler için ise, kesinlikle okunması gereken bir klasik olduğunu gösteriyor.
(*) : Alıntılar başlığındaki bütün kısımlar:
DEMİR ÖKÇE
Yazar: Jack London
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Baskı: 12. Baskı - Ocak 2020
kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.
Comments