YORUMLARIM:
Küçüklüğünde dinsiz bir aileye mensup olmasına karşın yazar Roger Garaudy, erken yaşlarında ilk başta Hıristiyanlığı seçmiştir. İlerleyen yaşlarda ise Müslüman olan ünlü düşünür ve filozofun incelemeye konu olan 1983 yılında yayınlanmış eserinde, günümüzde hedefi çok açık olsa da o zamanki tarihsel belgelerin ışığında Siyonist ilerleyişin doğuşu konu edilmiştir.
1897 yılında Dünya Siyonist Örgütü’nün kurulması ile Theodor Herzl tarafından ilk kez resmi olarak yayınlanan Siyonist bir Yahudi Devleti’nin kurulmasına ilişkin taslaklar Yahudi Devleti eserinde detaylı olarak incelenmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması sonrasında Arap Devletlerinin parçalanmasından yararlanılarak hızlı bir süreç içinde BOP hayata geçirilmeye başlanmıştır. Bu sürecin başlarında öncelikle Herzl’in tasarılarına ve planlarına değinen yazar, Theodor Herzl’in esasında herhangi bir dine ait olmayan emperyalist ruhlu bir insan olduğunu belirtmektedir. Bu düşünce yapısına uygun olarak Siyonizm’in dinsel ve ırksal bir emperyalist anlayışın mahsulü olduğundan bahsedilmektedir.
Yahudi devletin kurulması için birçok ülke toprağı gündem olmuşsa da, Siyonistler en son Filistin’de karar kılmıştır. Siyonist Örgütün özellikle 1800lü yılların ortasından itibaren, bu konuda bir arayışta olduğu görülmektedir. 1900lü yılların başında Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması öncesine kadar birçok resmi hedeflerine ulaşamadıkları, o dönem Filistin’deki toprakların yalnızca %2,5’ini elde tutmalarından açıkça anlaşılmaktadır. Osmanlının yıkılışı sürecinden sonra bölgede İngiliz mandasının hüküm sürmesi, Yahudileri hedeflerine giden yolda daha da cesaretlendirmiştir.
İngilizlerin teşviki ile birçok alanda gerek maddi, gerek silahlanma yönünde desteklendikleri kitaptan anlaşılmaktadır. Bunun en somut örneği ise, 1917’de yayınlanan Balfour Deklarasyonu’dur. Bu deklarasyon sonrasındaki faaliyetler ile bölgede güç kazanmaya başlayan Yahudi terör örgütleri, İkinci Dünya Savaşının dünyada meydana getirdiği otorite boşluğundan yararlanarak hem İngilizleri bölgeyi terk etme konusunda ikna etmiş hem de kendi örgütleri vasıtasıyla bazı bölgeleri zapt ederek kendi ülkelerini kurma gayelerini gerçekleştirmiştir. ABD’deki Siyonist destekli yönetim ile İngilizlerin Arap Yarımadasında çıkarlarına uygun olarak telakki ettiği İsrail Devleti, en hızlı tanınan ülkelerden birisi olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Filistin’in yaklaşık %35’ini ele geçiren Yahudiler, topraklarını hızlı bir şekilde genişletme çalışmalarına devam etmişlerdir. Bu minvalde; öncelikle, 1950 ve 60’lı yıllarda yapılan operasyonların ve köy baskınları neticesindeki insanlık dışı uygulamaların uluslararası toplum tarafından görmezden gelinmesi yazarın eserinde alıntılamış olduğu “Doğruyu güçlü kılamayanlar güce, doğru dediler” ifadesini adeta doğrular mahiyettedir. Kimi zaman batı medyası İsrail’i kınamaktan geri durmasa da gösterilen tepkilerin her zaman sözde olması, İsrail’in bilinçli ya da bilinçsiz olarak desteklendiği imajını hala devam ettirmektedir.
60’lı yıllardaki işgal ve el koyma dönemlerinin akabinde, söz konusu süreç 80’lere doğru da aynı şekilde devam etmiştir. İsrail sürekli topraklarını genişletme gayesi gütmekte ve hedefinin yalnızca Filistinle sınırlı olmadığı artık herkes tarafından bilinmektedir. Bunu açıkça dile getirmekte birçok Siyonist yönetici açık sözlü davranmaktadır. Kitabın yayınlandığı yılın öncesinde İsrail’in fiili ve resmi olarak kontrol altında tuttuğu Filistin toprağı, ülkenin %93’üne tekabül etmektedir. Yazar bu kitabı, 80li yıllarda ilk yayınladığında kitabı birçok ülkede yasaklanmış ve antisemitist birisi olarak dünya kamuoyunda dışlanmaya çalışılmıştır.
Günümüze gelecek olursak, İsrail 7 Ekim 2023 tarihinde gerçekleşen ve Hamas’ı dünyaya terör örgütü olarak lanse etmeye çalıştığı göstermelik bir saldırıyla uzun zamandır planlamış olduğu Gazze’nin tamamını ele geçirme planını yürürlüğe koyma şansına sahip olmuştur. Çatışmalar hala devam ederken, ünlü Siyonistlerin 1900lü yılların başından beri paylaşılan günlüklerindeki işkence ve soykırım suçlarının hala aynı yoğunlukta devam ettiği açıkça görülmektedir. Dünya ABD’nin alenen, batının ise zımnen desteklediği İsrail’e karşı, gizli operasyonlar dışında açık bir tepkiyi koymaktan aciz gözükmektedir.
Ülkemiz ise, olaylara ne kadar uzak gözükse de, esasında en başından beri olayların o kadar odağında yer alıyor. Bulunduğumuz coğrafya ve BOP’un hedefi dikkat edildiğinde asıl amacın gerçekleşmesi için Akdeniz’de Kıbrıs’ın ele geçirilip Güneydoğu Anadolu’nun önce İsrail güdümlü terör örgütlerine, ardından ise doğrudan İsrail’e tabi kılınması olduğu açıkça fark edilebilir. Yahudiler, bu ideallerini açıkça dile getirme konusunda 100 yılı aşkın bir süredir oldukça açık sözlü olsalar da, hem ülkemizde hem de uluslararası toplumda hala bu amaçları bilinmiyormuş gibi bir yaklaşımın süregeldiği de gözlerden kaçmıyor.
Gazze’nin düşmesi halinde Suriye’deki hedeflerimizin gerçekleşmesi konusunda oldukça zaman kaybedeceğimiz aşikar. O yüzden Gazze, özellikle bizim için önceki çatışmalardan farklı olarak oldukça önem arz ediyor. Ortadoğu'nun makus talihinin bir süre daha bu şekilde devam edeceği, bölgede tartışmasız bir öncü ülkenin tanınması halinde batıya karşı bir direnişin karşılığının alınabileceğinin de belirtilmesi gerekiyor. Bu öncünün de, 100 yıl önce olduğu gibi yine Osmanlının varisinin olması gerektiği hepimizin malumu…
Sonuç olarak eser, Orta Doğu ve Yahudi tarihine ilgili olan okuyucular için kesinlikle incelenmesi gereken kitaplardan birisi olduğunu açıkça gösteriyor. Hem ülkemizin yakın tarihindeki önemini, hem de günümüzdeki kritik konumunu göstermesi bakımından önemli bir emsal teşkil ediyor.
ALINTILARIM(*):
Roger Garaudy Fransız Komünist Partisinde etkin bir konumda yer aldıktan sonra bu partiden ayrıldı. Emekliliği sırasında pek çok akademik eser yayımlayan Garaudy, 1982 yılında Müslüman oldu. İsrail ve Siyonizm konulu çalışmalarıyla Siyonist çevrenin tepkisini çekti; bazı kitaplarının Fransa’da yayınlanması yasaklandı. (Yazarın Biyografisi Kısmından Alıntı)
Anlamanın, kendi anlam ufkumuzu unutma ve kendimizi başka metinlerin ufukları içine yerleştirme değil, kendi ufkumuzu onlarla kaynaştırma süreci olduğu kaydedilmelidir.
“İslam’ı hazır cevaplar bulmak umuduyla seçmedim. Toplumumuzun ve kültürümüzün yenilenmesi için, yeni bir büyüme modelinin olduğu kadar yeni bir kültürel modelin doğması için gerekli ilkeleri Kur’an’da bulmayı umduğum için Müslüman oldum.”
Daha sonraki yıllarda Filistin’e sahip çıkması ve İsrail’in ırkçı uygulamalarını eleştirmesinden ötürü Batılı yayın mecraları tarafından tümüyle dışlandı.
Roger Garaudy bize şunu hatırlattı: Batı’nın yüzyıllardır süren hegemonyası, insanı bir tüketim nesnesi durumuna getiren büyüme biçimi ve kültür modeli artık insanlığı yok oluşa sürüklüyor. (Yayınevinin Önsöz Bölümünden Alıntılar)
Dini Siyonizm çoğu zaman İsrail mistikleri tarafından savunulmuştur. Bu inanç, Yahudiliğin Mesihçi bekleyişi içinde yaşadığı büyük ümide bağlıdır. Buna göre zamanların sonunda Mesih ortaya çıktığında yeryüzünde Allah’ın saltanatı başlayacak ve dünyanın bütün ırkları tek bir ırka bağlanacaktır. (Tekvin XII, 3)
Siyasi Siyonizm Theodor Herlz ile doğdu. Herzl, doktrinini 1882’den itibaren Viyana’da oluşturmaya başladı. 1894’te onu, Yahudi Devleti kitabında sistemleştirdi.
Her şeyden önce, dini Siyonizm’in aksine Herzl sonuna kadar kaskatıdır. Hata Yahudiliği bir din olarak savunanlara karşı amansızca savaşır. Siyasi Siyonist görüş açısından Yahudiler her şeyden önce bir halktır.
Herzl’e göre Yahudi Devleti, “boş” bir arazide kurulmalıdır. O çağda geçerli olan sömürgeciliğin bu en karakteristik görüşü, söz konusu devlet kurulurken yerli halkın hiç göz önünde bulundurulmayacağını haber vermekteydi.
Bu devleti yerleştirmek için uyumlu topraklar arasında Herzl, Filistin’i tercih ediyordu. Böylece Siyon Aşıkları’nın beğenisini kazanacak ve diğer yandan yarattığı hareket, kendisi inanmasa dahi bir dini geleneğin desteğine sahip olacaktı.
1917’de yayınlanan Balfour Deklarasyonu’nda İngiliz hükümeti Filistin’de “milli bir Yahudi devletinin” kurulmasından yana olduğunu belirtiyor ve yerli halkı hiç göz önüne almıyordu.
İsrail’in, Dünya Bankası raporlarına göre bütçesinin yüzde ellisini savunma masraflarına ayırdığı bir sırada bizzat Ariel Sharon’un itiraf ettiği gerçek şudur. İleride de değineceğimiz gibi asıl gaye İsrail’in savunması değildir. Bölgede yaşayan bütün Arap devletlerinin dağıtılmasıdır.
Tesniye XX, 16-17 “Burada oturan halkların şehirlerini Allah’ın sana miras olarak verdi… Buralarda hiçbir canlı bırakmayacaksın. Hititleri, Amoritleri, Kenanlıları, Perizitleri, Hivitleri ve Jebuzitleri hareketsiz bırakacaksın… Allah’ın sana bunu emrediyor.”
Samuel’in 1. Kitabı XV, 3: “Şimdi git Amelek’i vur… Her şeylerini ellerinden al. Geriye hiçbir şey bırakma… Her yere ölüm saç… Erkekleri ve kadınları, çocukları ve süt çocuklarını, öküzleri ve koyunları, develeri ve eşekleri öldür.”
Herkes bugünkü Siyonist İsrail devletinin, Kitab-ı Mukaddes’te yer alan devletin devamı ve kanuni mirasçısı olduğuna inanmış ve bu fikir dünyaya yayılmış olan diğer Yahudilere kolaylıkla kabul ettirilmiştir.
Buber, bütün militan Siyonist hayatı boyunca ve ölümüne kadar, dini Siyonizm’in siyasi ve nasyonalist emellere alet edilmesine karşı çıkmaktan bir an geri durmamıştı. “Milli ideoloji ve milliyetçilik ruhu ulusu kendisi için bir amaç yapmadığı sürece geçerlidir. Yahudiler bir ulus olmaktan da ileridirler: Onlar bir inanç toplumunun üyeleridir.”
Buber: “Yahudi dini kökünden koparılmıştır. Bu hareket 19. yy’da doğmuş Yahudi milliyetçiliği ile arazları ortaya çıkan hastalığın esasıdır. Toprak istemenin bu yeni şekli ve onun arkasında yatan her şey, bütün modern Yahudi milliyetçiliğini maskeler biçiminde Batı modern nasyonalizminden alınmıştır.”
Tel Aviv Üniversitesi hocalarından Benjamin Cohen “Yahudiler, İbrahim’in çocukları… Bunca felaketlerin kurbanı olan Yahudilerin ta kendileri, bu derecede canavar olabilirler mi? İşte görülüyor Siyonizm’in en büyük başarısı Yahudileri “Yahudilikten çıkarma” olmuş… Kıymetli dostlar, Begin ve Sharon’un ikili hedeflerine varmamaları için elinizden ne geliyorsa yapın… Bunlar Filistinlilerin vücudunu ortadan kaldırırken İsraillilerin de insani duygularını tamamıyla yeryüzünden silmeyi planlıyorlar.”
Antisemitizmi doğuran antisiyonizm değil, Siyonizm’in kendisidir.
Eski Ahit’in geleneksel şemasına uygun İbraniler göçebelerin Kenan’a girişlerinden önce değişik bir ırk teşkil etmiş değillerdi. Çeşitli etnik gruplar halinde ve konfederasyon şeklinde yaşıyorlardı.
Eski Ahit metninin dışında elde bulunan en eski kaynaklar bir elin parmaklarının sayısını geçmez. Üzerinde “İsrail”in adı görülen en eski belge MÖ 1225’e doğru kazılmış, Firavun Mernepta’nın zaferlerini öğen bir taş kabartmadır. Bu taşın üzerinde sadece Firavun’un Filistin şehirlerini ele geçirdiği İsrail’i yıktığı, İsrail’in ortadan kalktığı, “bu ırkın yeryüzünden silindiği” yazılıdır.
Buna karşılık Firavun IV. Akhenaton tarafından meydana getirilmiş olan başşehir Tell ve Amarna’nın bugün bulunduğu yerde, 1887’den itibaren ele geçmeye başlayan 400 pişirilmiş kil tablet, söz konusu Firavun’un Filistin ve Suriye’de hüküm süren kendisine bağlı prenslerle sürdürdüğü mektuplaşmaya ait bize çok önemli arşiv belgesi sunmaktadır. Bu belgelerin hiçbirinde İsrail’e ait en ufak bir bilgiye rastlanmaz.
Aslında Araplar bu toprağa 7. yy’in başlarında küçük gruplar halinde geldiler ve İsrailliler dahil yerli halkın çoğunu Müslüman yaptılar. Yerlilerle evlenerek onlara karıştılar ve kendi dillerini görmeye aşıladılar. MS 7. yy’de Arapların Filistin’de görülmeleri etnik olmaktan çok kültürel bir olaydır. Filistinliler eski Kenanlılara karılmış ve onlardan türemiştir. Bu ülkede en az beş bin yıldan beri yani tarih başlangıcından bu yana yaşayan Kenanlılar, Filistinlilerin atalarıdır. Ancak daha sonra gelen Filistinliler yöreye kendi isimlerini verdiler. Araplar onlara “Falastin” derler. İsrail ülkesinin ilk sahipleri tarihin ilk çağlarından beri burada oturan işte bu Filistinlilerdir.
Elimizde başka hiçbir belge olmadığı için Eski Ahit analizlerinden şu sonuç çıkıyor: İsa’dan önce bin yılına doğru Juda boyundan bir şef -ki buna 16. yy’de bir paralı asker komutanı derlerdi- Filistinli ve Giritli paralı askerlerinin başına geçerek devrin iki büyüğü olan Babil ve Mısır arasındaki kuvvet dengesinden ustaca yararlandı ve bir krallık kurdu.
Davut Kenan ilini hiçbir zaman Yahudileştirmek istemiş değildi. Tam tersine çok uluslu bir devlet sahibi olmak istiyordu. Davut’un Hititli bir kadından bir oğlu oldu. Adını Süleyman koydular… Süleyman babası Davut’tan sonra tahta geçti ve sahip olduğu devletin çok uluslu karakterini korumaya ve genişletmeye büyük özen gösterdi. (Yahudi olmak için ya Yahudi bir anneden doğmayı yahut Yahudi dinine dönmeyi şart koşan bugünkü İsrail devletinin kuruluş kanunlarına göre çok şaşırtıcı bir gerçektir ki Kral Süleyman, ne Yahudi sayılabilecek ne de geri dönüş yazısından yararlanabilecektir. Öncelikle annesi Yahudi değil Hitit’tir. Daha sonra hiçbir inanç sahibi Yahudi hahamın Kudüs’te Mısırlı Edomili, Moabili, Sidomlu metreslerinin tanrıları için sunaklar inşa eden bir adamı Yahudiliğe kabul etmesine imkan yoktur. Kenanlı bir anneden doğan Saül için de durum aynıdır. Hatta Kral Davut dahi aynı tehlikeden uzak değildir zira büyük annesi Ruth, bir Moabidir.)
Süleyman’ın ölümünden sonra Davut’un krallığı bölündü: Kuzey İsrail ve Güney Yahuda… MÖ 721’de Suriyeliler İsrail’i işgal etti. MÖ 587’de Yahuda Babillilerin ellerine geçti. Saygın kişiler sürgüne gönderildiler. Pers Kralı Karun, Babil’i zapt ettiği sırada sürgünlerin eski ülkelerine geri dönmelerine izin verdiyse de çoğu Babil’de kalmayı uygun gördüler.
İsa’nın doğumundan 63 yıl önce Romalı Pompeus geldi ve Filistin’i aldı. İbraniler Romalılara karşı MÖ 70 ve 132’de iki defa ayaklandılar. İkinci Bar Kochba Ayaklanması bastırıldıktan sonra büyük tapınak tahrip edildi. Yahudi halkı bütün Akdeniz limanlarına dağıldı. İsrail topluluğunun Filistin’deki varlığı sona erdi.
Haçlılar 1099’da Kudüs’ü ellerine geçirerek, Yahudileri sinagoglara doldurup yaktılarsa da Selahaddin 1187’de şehri yeniden ele geçirdi. Yahudilerin geri dönmelerini sağladı. Yahudiler Filistin’e babalarının toprağını özledikleri için değil, işkenceden kurtulmak için geri dönmüşlerdir. 15. yy’da ilk defa İspanyol Yahudileri buraya geldiler. Halbuki İberya Yarımadası’nda Araplarla birlikte geçirdikleri 800 yıl içinde böyle bir ihtiyaç duymamışlardı. Yahudileri İspanya’dan kaçıran, koyu Katolik kralların hoşgörüsüzlüğü ve engizisyon zulmüdür. Aralarından çok az bir insan kalabalığı Filistin’e ulaşmıştı. Büyük çoğunluk Fransa, Hollanda, İtalya, Mısır, Kıbrıs ve Balkanlara yayıldı. 1845’te Filistin’de 350.000’e ulaşan bir nüfus kesafeti ardında sadece 12 bin Yahudi yaşıyordu. 1880’de ise 500 bin kişinin içinde 25 bine yükseldiler. 1882’de Rusya’da yapılan zulümler yeni bir Yahudi göç dalgasını getirip bu topraklara attı.
Filistin tarihinde İbranileri ilgilendiren kısımların genişliği fazla değildir; şöyle ki: -Yuşa Peygamber zamanı Kenan ilinin aşiretler tarafından işgal edilmesi. Bu olay İÖ 13. yy’da meydana gelmiştir. - 73 yıl süren Davut ve Süleyman peygamberin saltanatı. -Babil’e sürgün ve geri dönüş… -Romalılara karşı MÖ 70 ve 132 yıllarındaki ayaklanmalar.
İngilizlerin 31 Aralık 1922 tarihinde yaptıkları nüfus sayımı şu sonuçları vermiştir: Filistin’de 757 bin kişi yaşamaktadır. Bunların 590 bini Müslüman, 73 bini Hristiyan olmak üzere 663 bini Arap’tır. Geriye 83 bin Yahudi kalıyor. Bu hesaba göre o tarihte Filistin topraklarında %88 Arap ve %11 oranında Yahudi yaşamaktadır.
Joseph Reinach 30 Mart 1919 tarihli dergisinde “Yahudiler Batı Asya’da yerleşmiş çok çeşitli ARap yahut Sami kabilelerden herhangi biridir. Başka hiçbir şey değildir.”
Tarihi karanlıklardan kurtarmanın en açık bilançosu Thomas Kiernan tarafından ortaya çıkarılmıştır: “Siyonistler Avrupalıdır. Avrupa Yahudileri ile eski İbrani kabileleri arasında kesinlikle hiçbir biyolojik ve antropolojik bir bağ yoktur.”
Bu tarihi haklar iddiası meselesini sona erdirirken İsrail devletinin kuruluşunda 3 önemli dönemi hatırlayalım.: 1- 2 Kasım 1917’de Baron de Rothschild’e gönderilen bir mektupta Balfour Deklarasyonu’na ait şu cümleler yer alıyordu: “Filistin’de Yahudi halkı için milli bir devletin kurulması fikrini destekleyen majestelerinin hükümeti bu amaca ulaşılması için büyük gayret gösterecektir. Hiç kuşkusuz şu sırada Filistin’de oturan ve Yahudi olmayan halklar bu hareketten hiçbir zarar görmeyecekleri gibi diğer ülkelerde yaşayan Yahudiler de haklarını ve siyasi statülerini korumuş olacaklardır.”
Arthur Koestler, Balfour Deklarasyonu ile başarılan operasyonu şu sözlerle mükemmel bir şekilde arif etmiştir: “Bir ulus ikinci bir ulusa, üçüncü bir ulusun toprağını vadetti.”
2- BM Genel Asamblesi 29 Kasım 1947’de Filistin'in bölünmesi kararını almıştı. Bu tarihte Yahudiler Filistin halkının %32’si oluşturuyor ve toprakların %5,6’sına sahip bulunuyordu. Siyonist devlet en verimli yerler olmak üzere Filistin toprağının %56’sına böylece sahip çıktı. Bu bölünme planının onaylanması sırasında iğrenç manevralara girişilmiştir. Başkan Truman, Devlet Bakanlığı üzerinde o zamana kadar görülmemiş bir baskı uygulamış ve diğer ülkelerin oylamada yeterli yüksek çoğunluğun çıkmasında rol oynamıştır.
3- Filistin’i bölme kararının alındığı 29 Kasım 1947 ile bölgede İngiliz manda yönetiminin fiilen sona erdiği 15 Mayıs 1948’e kadar Siyonist çeteler Yafa, Akka gibi Araplara ayrılmış yerleri de ellerine geçirmişlerdi.
9 Nisan 1948’de Nazilerin Oradour’da yaptıklarının benzeriyle köyde yaşayan 245 erkek, kadın, çocuk, ihtiyar demeden Menahem Begin’in başında bulunduğu “Irgun” kıtaları tarafından son ferdine kadar yok edilmişti. Begin, İsyan: Irgun’un Tarihi adını taşıyan kitabında “Eğer Deir Yassin zaferi olmasaydı İsrail devleti de olmazdı” diyor…
Arap Birliği Genel Sekreteri sadece, 15 Mayıs 1949 tarihinde BM Genel Sekreterine bilgi vererek Arap devletlerinin Filistin halkının güvenliği konusunda girişimlerde bulunmaya hazırlandıklarını haber vermişti. 1949’da meydana gelen bu ilk İsrail-Arap Savaşı’ndan sonra ülkenin %80’ini ellerine geçiren Siyonistler 770 bin Filistinliyi kapı dışarı ettiler.
Ben Gurion “Haganah daha sonra hüçlü ve devamlı hücumlarla Arapların pek çok pozisyonunu ele geçirdi ve Teberiyye, Hayfa, Yafa ve Safed’i kurtardı.” BM tarafından Siyonistlere verilen %56 oranında Filistin toprağı bu şekilde zorla genişletilerek %80’e çıkarılmıştır. Kısaca İsrail devletinin sadece BM tarafından yaratıldığını söylemek yanlış olur. Bu devlet Haganah, Irgun ve Stern Grubu adını taşıyan terör örgülerinin oldubittileri ile “yaratılmıştır”.
Blaise Pascal ne güzel söylüyor “Doğruyu güçlü kılamayanlar güce, doğru dediler.”
Siyasi Siyonizm’in hareket noktası Basel’dir. Herzl batılı bir güçten girişimini garanti altına alacak bir anayasa talep etmiştir. Herzl: “Basel’de bir Yahudi devleti kurdum…” derken son derece haklıydı. Zira daha sonra İsrail devletinin bütün karakterini ortaya koyan görüşler ve bu devletin varlığına neden olan sömürgeciliğin temel prensipleri, o sırada tam anlamıyla açıklığa kavuşmuş oluyordu.
Başka toprak projeleri de vardı: 1897’de Arjantin, 1901-1902 arasında Kıbrıs, 1902’de Sina ve nihayet 1903-1904 yıllarında Uhanda. Herzl tarafından İngiliz hükümetine teklif edildi… Dünya Siyonist Örgütü Filistin’i 1905’ten sonra diline dolamıştır. Bu tarih, Herzl’in ölümünden bir yıl sonradır.
Sadece İsrail devletinin varlığını doğrulamak değil, aynı zamanda yöneticilerinin bütün hareketlerini de yasallaştırmaya yarayan bu holokost, insana bir şeyler hatırlatıyor. Başlangıçta “holokost” kelimesinin dahi dinsel bir renk taşıdığı görülmektedir. “Holokost deyimi bir veya birkaç kurbanı Tanrı’ya adak olarak sunmak anlamı taşıyor… Burada kelime dersi vermiyoruz…
Holokost’tan bahsetmek Yahudileri bir kere daha diğer uluslardan ayırmak ve yeryüzünde 60 milyondan fazla erkek ve kadının hayatına mal olan bir savaşın içinde, Hitler’in işlediği diğer cinayetleri gözlerden uzak tutmaktır. Özellikle sivil halkın arasında Yahudi dahi olmayan 3 milyon Polonyalı ve savaşçı olmayan 6 milyon Slav bu savaşta hayatını kaybetmiştir.
Tarihi efsane uydurmanın en ileri örneği Jeriko’nun yok oluşudur. Bu efsane öylesine açık bir uydurmadır ki çağdaş arkeolojinin bulgularına göre “Jeriko MÖ 14. yy’da yıkılmıştır: Yuşa Peygamber’in yaşadığı çağda yöre bir çölden ibarettir.” Bununla birlikte bu tarihi uydurmalar İsrail’in okullarında öğretilmekte ve gençliğe entegrizm aşılanmaktadır. 4 ve 8. sınıf öğrencileri arasında 1000 kişiye ders kitabında Yuşa Peygamber tarafından girişilmiş olan Jeriko katliamını konu alan metni dağıtmış, ardından şu soruyu sormuştur: “Farz edelim ki İsrail ordusu savaş sırasında bir Arap köyünü ele geçirmiş olsun. Acaba ordu Yuşa’nın Jerikolulara yaptığını halka yapmalı mıdır, yapmamalı mıdır?” Bu soruya verilen evet cevapları okulların yerine göre %66 ve 95 arasında değişmiştir.
Siyasi Siyonizm Yahudiliğe ihanet ederken Hristiyanlığı da saptırmıştır.
Herzl’in projesi bu yüksek geleneğin tersine işleyişidir. Söylediğine göre Dreyfus Olayı’ndan derinden etkilenerek aşırı üzüntüye kapılan Herzl “eritilme” olayına karşı çıkmaya karar vermiş ve antisemitlerin temel görüşlerine dayanarak Yahudilerin, diğer ulusların içinde erimediklerini savunmaya koyulmuştur. (Aslında Dreyfus Olayı; yönetici sınıfın, onun politikacılarının ve ordusunun kendi ihanetlerini, yalanlarını ve karanlık hedeflerini gizlemek için Yahudi düşmanlığı motifini nasıl kullandığını açıkça ortaya koymaya yaramıştır. Bu olay Fransız halkı için antisemitizmin körlüğünü ve oynadığı reaksiyoner rolü anlamaya yardımcı olmuştur.)
Siyonist ve antisemit projesinin çarpıklığının tamamen bilincinde olan Harzl, halka şunları ilan etmişti: “Yahudi düşmanları bizim en ileri dostlarımız olacaklar… Yahudi düşmanı ülkeler bizim en yakın müttefiklerimiz arasına girecekler…” Herzl aslında antisemitler (Yahudi Düşmanları) tarafından geliştirilen bütün fikirlerden yararlanıyordu: İngiliz Rothschild'i 1902’de Siyonizm'e kazandırmadan önce Herzl büyük Yahudi para babalarına şantajlar yapıyordu. Günlük’ünde “O canavarın temsil ettiği dünya çapında tehdidin açık görünümü olan Rotschild Hanedanı” diyordu.
Herzl çok iyi bilmektedir ki Yahudileri bulundukları ülkelerden kaçarak İsrail’e göç etmeye ikna etmek için siyasi Siyonizm’in Yahudi düşmanlığı kavramına ihtiyacı vardır.
Avusturya Parlamentosu Başkanı Baron Johann Von Cholemski Herzl’e şunları yazıyordu: ”Eğer eğiliminizin ve propagandanızın emeli Yahudi düşmanlığını körüklemekse bunda başarılı olacaksınız. Tümüyle inandım ki böyle bir propagandanın sonucunda Yahudi düşmanlığı çığ gibi büyüyecek ve siz ırkınızı bir katliama doğru sürükleyeceksiniz.”
Joseph Samuel Bloch, Herzl’i yakından tanımış bir kişi olarak “Herzl, Yahudilerin düşmanlarına Yahudi problemini halletmek için en sağlam temeli göstermiştir. Onlara gelecekteki çalışmalarında izleyecekleri yolu tarif etmiştir. Bu yüzden bu Günlük korkunç bir belgedir.”
Filistin’de toprak satın almakla görevli Yahudi Milli fonları Direktörü Yossef Weitz 1940’ta şunları yazıyordu: “Bizim için açık olmalıdır ki bu ülkede iki halka yer yoktur. Araplar çıkıp giderlerse bu bize yeter… Hepsinin birlikte yer değiştirmesinden başka çözüm yoktur. Tek bir kök, tek bir aşiret dahi bırakmamak lazımdır. Roosevelt ve bütün diğer dost devletlerin reislerine anlatmalı ki eğer bütün Araplar giderse ve hudutlar Litani Irmağı boyunca biraz kuzeye Golan Tepelerine doğru bir miktar doğuya doğru itilecek olursa İsrail toprağı hiç de küçük sayılmaz.”
Herzl 12 Haziran 1895’te Günlük’üne şunları yazmıştı: “Bize gösterilmiş olan özel mülkiyete ait toprakları ele geçirebilmemiz için sakin hareket etmek zorundayız. Fakir halka komşu ülkelerde çalışabileceklerini söyleyerek onları sınır dışına çıkarmaya çalışacağız. Bizim ülkemizde çalışmalarına engel olmalıyız. Büyük toprak sahipleri bize yaklaşacaklardır. Ele geçirme ve fakirleri uzaklara gönderme işlemi gizlilik içinde ve hissettirmeden yürütülmelidir.” Bu görüş açısından Siyonist sömürgeciliğin iki devresini birbirinden ayırmak gerekmektedir: Birinci devre klasik sömürgecilik karakteri taşır, yerli el emeği kullanımının ötesinde bir görüntüsü yoktur. Bu metot Baron Edouard Rotschild’den kalmadır. Nitekim Cezayir’deki üzüm bağlarında fellahların ucuz el emeğiyle çalıştırılması gibi, Filistin’de de çalışma sahası genişletilerek üzüm bağlarında Cezayirli olmayan Arapların emekleri sömürülmüştür.
Balfour Deklarasyonu sırasında toprağın %2,5’ine sahip olan Siyonistler Filistin’in parçalanması kararı sırasında %6,5 rakamına ulaşmışlardır. 1982 yılında ellerinde bulunan toprakların oranı ise %93’tü.
3 Mayıs 1979: Begin 10 bakanlı komitesine “otonom yönetim” projesini sunuyor. 17 Mayıs’ta komite projeyi kabul ediyor ve 21 Mayıs’ta hükümet tasdik ediyor… Hükümet tarafından kabul edilmiş olan proje, Siyonist zihniyetin katkıcı ve genişlemeci politikasını şekillendiren prensiplerin sıraya konmasından ibarettir. Otonom yönetim için düşünülen geçiş dönemi 5 yıldır. Beş yılın bitiminde İsrail verdiği sözü yeniden gözden geçirecek ve Ürdün sınırı ve Gazze kuşağında bir otonom idare kurulup kurulmaması gerektiğine karar verilecektir. Bu prensip bütün diğer prensiplere ışık tutmaktadır: “Yahudi seçmen grupları ve Yahudi yerleşikler İsrail kanunlarına ve İsrail yönetimine bağlı olacaklardır”. Otonom iradenin yetkisine bırakılmış plan alanda yerleştirme politikasını izleme hakkı korunacak; işlenmemiş ve çorak topraklar işgalcilerin idaresinde kalacaktır. Siyonist devlet su kaynaklarının kullanılışı için gerekli planlamayı yapacak ve otonom idarenin konseyine tavsiyelerde bulunacaktır. İsrail Ordusu otonom idareye bırakılmış olan yerlerde önemli stratejik noktaları elinde bulunduracaktır.
Ben Elisar Komitesinin göze çarpan diğer önerileri arasında şu cümle özellikle ilginçti: “İsrail göçmenleri kendi aralarında bir polis teşkilatı kurabilirler ve dolaştıkları her yerde silah taşıyabilirler”.
Siyasi Siyonizmin babası olan Herzl’in kendisi dinsizdi. Tanrı’ya inanmazdı… Dini kitaplara sadece kendi güç politikasını destekledikleri ölçüde yakınlık gösteriyordu.
İlk dönem Siyonistlerinden olan Judah Magnes daha sonra şunları ilave ediyor: “Buradaki Yahudiler, bir siyasi birlik kurmak için gayret sarf ederken acaba son Asmoeenliler (Yahudiye’de Makkabilerin isyanından sonra ortaya çıkan ve MÖ 137-34 yılları arasında hüküm sürmüş prenslerdir.) gibi kaba kuvvete ve askeri güce bağlı kalmayacaklar mı? Öyle anlaşılıyor ki her şeyi düşündük fakat Araplar aklımıza gelmedi.”
1920 ile 1932 arasında geçen on iki yıl içinde, sadece 118 bin 378 Yahudi gönüllü olarak Filistin’e girmiştir. Başka bir ifadeyle, dünya Yahudi toplumunun binde biri.
1935 ile 1943 yılları arasında Nazi zulmünden kaçarak yabancı ülkelere sığınmayı başarabilmiş 2 buçuk milyon Yahudi arasında sadece yüzde 8,5 oranında Yahudi Filistin’e yerleşmişti. Birleşik Amerika, toprağına kabul ettiği Yahudileri 182 bin rakamı ile sınırlayarak ancak yüzde 7’de kalıyor; İngiltere 67 bin Yahudi’yi alarak yüzde 2’yi tutturuyor; geri kalan muazzam çoğunluk yüzde 75’ten fazla bir oranla ve 1 milyon 930 bin kişiye ulaşan bir toplulukla Sovyetler Birliği’ne göç ediyordu.
Üçüncü bir örnek Irak Yahudileridir. 1948’de 110 bini bulan bu Yahudi topluluğu ülkeye iyiden iyiye kök salmıştı. İsrail terörizmi bunun üzerine Bağdat’ta 1950’de başlamıştır. Irak Yahudilerinin, isimlerini göçmen listelerine yazdırmada acele etmediklerini gören İsrail gizli ajanları, onları göçe zorlamak için, tehlikede olduklarını anlatmak maksadıyla üzerlerine bomba yağdırmaktan çekinmediler. Shev-Tog Sinagogu’na yöneltilen saldırı 3 kişiyi öldürdü, on kadar insanı yaraladı. Ali Baba Operasyonu adını taşıyan göç böylece başladı.
1948 Savaşı günlerinde Mısır’da toplanmış olan Suriye, Ürdün ve Orak birliklerinin bütünü, İsrail’in 65 bin askerine karşılık 22 binden azdı.
1948 Savaşında önemli kumanda mevkilerinde bulunmuş olan General Allon ise şöyle konuşuyordu: “Başbakan ve Savunma Bakanı Ben Gurion (Başkan Truman’ın üzerinde büyük baskı yaptığı) ordumuzun yürüyüşünü durduran emri verdiği zaman biz, kuzeyde Litani Irmağı ve güneybatıda Sina Çölü’ne kadar uzanan topraklar üzerinde zaferin kıyısına gelmiştik. Birkaç gün daha savaşabilseydik bütün ülkeyi kurtaracaktık…”
Süveyş Kanalı’nın Başkan Nasır tarafından millîleştirildiği sırada İsrail’in Siyonist yöneticileri yenide toprak kazanma fırsatı yakaladıklarını gördüler. Zira İngilizler kanaldan gözlerini ayırmıyor, Cezayir Savaşı’nın orta yerinde yaşayan Fransız hükümeti ise Cezayir Kurtuluş Savaşının Mısır’da yerleşen yöneticilerini ve ortaklarını vurmak istiyordu. Operasyon Fransa’da birleştirildi. Görüşmeler sırasında İsrail tarafını General Moshe Dayan ve Shimon Peres, Fransız tarafını ise General Challe ve Fransız hükümeti temsil ediyordu. Aynı anda hem Amerika’dan hem Sovyetlerden gelen bir fren darbesi bu yeni seferi durdurmuştu.
1967 yılında İsrail yöneticileri ileriye doğru yeni bir sıçrama kararı veriyorlardı. Başta ABD olmak üzere dış ülkelerden giren fon gelirleri o sırada en düşük seviyeye inmişti. Zaferle sonuçlanacak bir savaş bütün bu problemleri bir defada halledebilirdi.1967 yılında açılan caydırıcı savaş veya 6 gün Savaşı, 7 Aralık 1941 günü Hawai’de, Pearl Harbour’da, savaş ilan etmeden saldırıya geçerek Amerikan Pasifik donanmasını şaşırtıp imha eden Japon faşistlerinin operasyonlarına benzer bir hareketle başlamıştı. 5 Haziran 1967 günü İsrail hava filoları, savaş ilan etmeden Mısır hava gücünü, havaalanındayken imha etti. 12 Haziran 1967 günü ise Başbakan Levi Eskhol, Knesset’te “İsrail’in varlığı pamuk ipliğine bağlı, fakat Arapların İsrail’i yok etme ümitleri sıfıra inmiştir.” diyordu. Siyonistler 1967 savaşından sonra, 1947 paylaşımı ile kendilerine verilen toprağın üç misline sahip olmuş bulunuyorlardı.
1973 darbesinden sonra İsrail’in sömürgeci politikasının yürüyüşü gerilemeden devam etmiştir. Özellikle Eylül 1978 Camp David Antlaşmalarından sonra (Mısır Münih’i: Bununla kastedilen, Avrupalı yöneticilerinden bir kısmının 1938’de Hitlerle masaya oturup Nazi rejiminin bazı yerleri işgal etmesi için imza atmaları ile İsrail’le anlaşan Mısır’ın 1978’deki tavrının benzer sonuçlar doğurduğudur.) İsrail, elde ettiği topraklarda yeni Yahudi yerleşim merkezleri kurma imkanına kavuşmuş, Kudüs ve Golan Tepelerine yerleşmiş ve Lübnan'ı işgal etmişti. 1982 yazında Lübnan’a yapılan saldırının önemi, ne olağanüstü bir özellik taşıması ne de beklenmedik bir anda meydana gelişindedir. Bu operasyon on yıldan beri hazırlanıyordu.
Lübnan saldırısı için ileri sürülen ilk neden, Londra’da İsrail Büyükelçisi’ne yapılan ve derhal Filistin Kurtuluş Örgütüne mal edilen suikastti. Margaret Thatcher suçluların yakalanması ve polis tahkikatından sonra şunları açıklamıştı: “İsrail’in Lübnan’a saldırmasının bu olaya karşı bir misilleme olduğunu sanmıyorum. İsrailliler savaşı sürdürmek için olayı bahane saydılar”.
Ben Gurion 21 Mayıs 1948 tarihli Günlük’üne şunları yazmıştı: “Arap koalisyonunda Aşil’in topuğu Lübnan’dır. Bu ülkede Müslüman üstünlüğü yapaydır ve kolaylıkla alaşağı edilebilir. Burada bir Hristiyan devleti kurulmalıdır. Bu devletin güney hududu Litani Irmağı olacaktır. Biz bu devletle bir ittifak anlaşması imzalayacağız. Daha sonra Arap lejyon gücünü kurarak Amman’ı bombaladığımızda Ürdün’ü haritadan sileceğiz ve sonra Suriye düşecek… Eğer o sırada Mısır bizimle savaşmaya cesaret edecek olursa Port Şaid, İskenderiye ve Kahire’yi bombalayacağız… Savaşı böylece sona erdireceğiz ve Mısır’a, Asur’a, Kalde’ye karşı atalarımızın intikamını alacağız.”
Dünya Siyonist Örgütü tarafından Kudüs’te çıkarılan Kicunim dergisi, Şubat 1982 tarihli 14. sayısında “Seksenli Yıllarda İsrail’in Stratejisi” isimli bir makale yayınlamıştır: “Mısır’ın Arap dünyası liderliği efsanesi çoktan sona ermiştir. Bu ülke gerek İsrail ve gerekse diğer Arap ülkelerinin önünde yüzde 50 değer kaybına uğramıştır. Belki yakın zamanda Sina’dan istifade edecektir fakat bu temel kuvvet dengesini değiştirmeyecektir. Merkez gücü açısından Mısır zaten bir cesettir. Mısır’ın coğrafi bölgelere ayrılması bizim batı cephesinde 1990 yılına doğru başlıca hedefimiz olmalıdır. Mısır bir defa dağılıp merkez gücünün dışına çıkınca Libya, Sudan gibi ülkeler ve daha uzaklarda bulunanlar aynı sonuca boyun eğeceklerdir.”
Yine aynı dergide: “Suriye’nin etnik yapısı, sahil boyunca uzanan bir Şii devlete, Halep bölgesinde bir Sünni devlete ve Dürzilerin teşkil ettiği kendi öz devletine yol açacak şekilde parçalanmaya uygundur. Böyle bir bölünme bölgeye uzun süre barış ve güvenlik getirebilir. Bu hedef şimdiden imkanlarımız arasına girmiştir. Petrol zengini fakat iç savaşlarla yorgun Irak, İsrail’in ateş hattı altındadır. Bu ülkenin dağılışı bizim için Suriye’nin dağılışından önemlidir. Zira yakın dönemde Irak’tan gelecek tehlike diğerlerinden çok daha ciddidir. Ürdün daha yakın stratejik bir hedeftir. Uzun vadede, Hüseyin’in saltanatından sonra bu ülke parçalanacak. Filistinlilerin eline geçecek ve bizim için bir tehlike olmaktan çıkacaktır.”
Toprağı ve insan sayısı böylesine sınırlı bir küçük ülkenin dünya politikasında önemli bir rol oynaması şaşırtıcıdır. Bunu anlamak için, bu ülkenin kıtalar arasındaki stratejik konumu yeterli değildir. Chaim Weizman’ın, İngiliz dostları ile konuşurken “Yahudi Filistin, özellikle Süveyş Kanalı’nın korunmasında İngiltere’ye büyük fayda sağlayacaktır.” demesi durumu berrak bir şekilde ortaya koymaktadır.
İsrail’in orta doğu jandarmalığı, Şah’ın devrilişinden sonra İran üslerinden yararlanamaz duruma gelen ABD için özellikle önemlidir. Sadece Süveyş’i değil, aynı zamanda petrol bölgelerini de kontrol altına alarak ABD’ye Doğu Akdeniz’de emin üsler sağlayacak olan tek ülke İsrail’dir. ABD bu görevleri kendi başına yerine getiremez.
1982 tarihindeki bir gazeteden öğreniyoruz ki İsrail hükümeti, içinde bulunduğumuz yıl silah ve askeri donatım için 5,5 milyar dolar harcamıştır. Bu rakamın üçte biri ABD devlet hazinesinden gelmektedir.
Lübnan savaşından önce İsrail’in elinde bulunan 567 uçağın 457’si ABD’den satın alınmış ve bu iş için Washington’un ayırdığı yardım fonları kullanılmıştır.
Hitlercilerin deyimi ile jeopolitik açıdan İsrail İle aynı değer ölçülerini paylaşacak tek ülke Güney Afrika’dır. Süveyş’in dışında Asya’ya uzanan yolları kontrol eden bu ülke, ayrıca Afrika üzerinde baskı unsuru olmakta ve İsrail’e oranla çok daha zayıf olmasına rağmen ona benzer bir görevi yerine getirmektedir. İsrail ve Güney Afrika yekdiğerine karşı anlayış beslemektedirler. Aralarında ileri bir dayanışma vardır. Bu dayanışma Jewish Affairs gazetesinde, 1976’dan sonra devamlı olarak ele alınmış ve stratejik beraberlik aralıksız vurgulanmıştır. “Güney Afrika, İsrail’in mütevazı fakat yeri doldurulmaz biçimde nöbetçilik yaptığı Ortadoğu'yu kendi savunmasının en ileri karakolu sayar. Akdenizle Hint Okyanusu arasındaki geçidin geleceği İsrail için ne kadar değerliyse, bu yolun üzerindeki Ümit Burnu yolunun korunması da Güney Afrika için o kadar değerlidir.”
İsrail Maliye Bakanı Pinhas Sapir, 9-10 Ağustos 1967 tarihinde, Kudüs’te toplanan Yahudi Misyonerleri Konferansı’nda İsrail’in 1949 ile 1966 arasında 7 milyar dolar aldığını açıklamıştı. Bu rakamın ne ifade ettiğini anlamak için 1948 ile 1954 arasında Batı Avrupa’ya yapılan Marshall yardımının 13 milyar dolara ulaştığını hatırlamak yeterlidir. Bu paranın daha uzun bir dönemde verildiği gerçek olmakla birlikte İsrail’e yatırılan dolarların 2 milyon insana, Avrupa'ya gönderilen dolarların ise 100 milyon Avrupalıya dağıldığını göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
İsrail toplam yardım oranının onda birini almıştır. İki milyon İsrailli fert başına, Üçüncü Dünya uluslarının iki milyar nüfusunun aldığı yardımdan yüz kat daha fazla yardım almıştır.
Eğer 1945 ile 1967 arasında, ABD’nin her İsrailliye 435 Dolar, her Arap’a da 36 dolar verdiği düşünülecek olursa şu sonuç ortaya çıkar: Yüzde 2,5 oranında bir halka, toplam yardımın yüzde 30’u yapılmış, geri kalan para yüze 97,5’e dağıtılmıştır.
ABD’den İsrail’e gönderilen resmi yardımın yarısı çok çabuk unutulan bir hibedir.. Paranın geri kalan kısmı ise İsrail’in yabancı borçları hanesine yazılır. Çok hızla büyüyen bu borcun tamamı şu sırada yirmi milyar doları bulmuştur. Kişi başına beş bin dolar…
İsrail borçlarını ödemek için on yıldan fazla süren vadelerden yararlanmaktadır.
İsrail’in ABD’den aldığı yardımın tamamı, kişi başına yılda 750 doları bulmaktadır. Bir başka deyimle ABD, her Yahudi’ye kendi gelirinin dışında, bahşiş olarak Mısır ve Afrika ülkelerinin çoğunda kişi başına düşen brüt milli gelirin iki misli para vermektedir.
Filistinlilerin yaşadığı küçük Ürdün Kibya köyüne ilk saldırılarını düzenlediler Şaroncular… 14-15 Ekim 1954 gecesi köye dalan komandolar dörtte üçü kadın ve çocuk olmak üzere 66 kişiyi öldürdüler. İki saat sonra olay yerine gelen BM Askeri Gözlemcileri Güvenlik Konseyine verdikleri raporda şunları ileri sürüyorlardı: “Kurşunlarla delik deşik edilip parçalanmış vücutlar ve kapılarda, pencerelerde görülen sayısız kurşun izlerinden anlaşıldığına göre buralarda oturanlar evleri başlarına yıkıldığı sırada dışarıya çıkmamaya zorlanmışlardır. Olayları görenlerin hepsi de dehşet gecesinde İsrail askerlerinin evleri dinamitleyerek, kapılara ve pencerelere otomatik silahlarla ateş ederek, el bombaları atarak sabaha kadar dolaştıklarına ait hikayeler anlatmaktadır.”
19 Ocak 1956 tarihinde BM Güvenlik Konseyi tarafından kınanmıştır. “1967 savaşı sırasında Şaron, ordunun Sina’ya hücum eden kısmına kumanda ediyordu. Şaron, Dayan’ın “Esir almayın, Sina’daki Mısır güçlerini imha edin!” talimatına uyarak savaşın son günü esir olarak kabul etmek istemediği yüzlerce Mısır askerinin ölümünden şahsen sorumludur.”
Shimon Peres, Ben Gurion’un en önde gelen talebesiydi… Siyasi Siyonizm’in ana çizgilerini bu şahsın çizdiğini daha önce görmüştük.
DEĞERLENDİRME:
Konu: Eserde, günümüzde hedefi çok açık olsa da 1983 yılında belirtilmiş olan tarihsel belgelerin ışığında Siyonist anlayışın doğuşu ve ilerleyişi konu edilmiştir.
Üslup: Yazar, anlatımında sürekli tarihi metin ve kaynaklardan yararlanmıştır. Bununla birlikte, bu kaynakların aktarımını yalnızca bir gazeteci ya da tarihçi gibi aktarmak yerine kendi yorumlarını da etkileyici bir biçimde işlediği açıkça görülmektedir. Bu yönüyle eser, bir araştırma yazısı mahiyetinde olsa da, üslubu sayesinde daha net ve yalın bir anlatımla okuyucuya vermek istediği mesajları çok daha tesirli bir şekilde iletmeyi başarmıştır.
Özgünlük: Eser türü itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.
Karakter: Eser türü itibariyle bu kategoride değerlendirilmeyecektir.
Akıcılık: Üslup bölümünde ifade edilen hususlar sebebiyle eser, başından sonuna akıcı bir anlatıma sahiptir. Ancak eserin türü gereğince sürükleyici bir roman yapısının beklenmemesi gerektiği aşikardır.
Genel: Yukarıda belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede:
Konu: 9
Üslup: 8,5
Akıcılık: 7,5
puanlarını alan eserin genel ortalaması 8,3 puandır. Eserin türüne göre oldukça yüksek bir puan alarak kesinlikle incelenmesi gereken kitaplar arasında yer aldığının belirtilmesi gerekmektedir. Özellikle orta doğu tarihine ilgili olan okuyucular için Filistin ve çevre coğrafyanın yakın tarihine oldukça ışık tutan bir kitaptır.
(*) : Alıntılar başlığındaki bütün kısımlar:
SİYONİZM DOSYASI
Yazar: Roger Garaudy
Yayınevi: Pınar Yayınları
Baskı: 1. Baskı - Eylül 2021
kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.
留言