YORUMLARIM:
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Türk Edebiyatı kültlerinden olan eserde, milli mücadele yıllarında Anadolu’daki bir köye yerleşen beklemedeki bir subayın başından geçen olaylar ve Anadolu halkının o zamanki durumu konu ediliyor.
İşlediği konu itibariyle çok önemli mesajlar barındıran eser, Anadolu insanının başıboş bir şekilde eğitimsiz bırakılması neticesinde gerekli bilince sahip olmamasından kaynaklı zorluklara defalarca değiniyor. Bunun yanında taşralarda kanaat önderi ve ekonomik gücü barındıran ağa ile din adamlarının eğitim ve dini değerlerden uzaklaştırılarak cahilleştirilmiş halka karşı ne kadar zarar verebilecek eylemlerde bulunabileceğine ilişkin de önemli örnekler teşkil ediyor.
Yazarın özellikle dikkat çektiği konulardan birisi ise, Türk aydını olarak adlandırılan ancak kendi halkından bir o kadar bihaber yaşayan zümrenin esasında aydın olarak nitelendirilmesinin mümkün olmadığına ilişkin bir özeleştiri olarak görülüyor. Halkı hiçbir şekilde eğitmeye çalışmayan, onların arasına inmeden kendi izole edilmiş hayatlarını yaşayan kişilerin sonrasında, ait oldukları halktan tiksinmeye de hakkı olmadığını açıkça ifade etmekten kaçınmıyor. Bu hususa ilişkin yazarın ifadelerine alıntılar kısmından detaylı şekilde ulaşabilirsiniz.
Bununla birlikte halkın, cahilleştirilmesi neticesinde yabancı kuvvetlerin Mustafa Kemal’in milli mücadele ruhunu zedelemek için kullandığı yöntemler ve halka işgali bir kurtuluş olarak yansıtma çabalarına ilişkin de detaylı anlatımlardan bahsediliyor.
Belirtilen hususlar yönüyle tam manasıyla didaktik bir anlatımla Türk aydını ile halkın arasındaki uçurumun neticeleri olarak hem savaşa sürüklenen Osmanlı’nın derinden tetkikini hem de Anadolu insanının eğitimsiz bırakılması neticesinde ülkenin ve imparatorluğun başından geçen olaylar ibret verici detaylarla ifade ediliyor.
Sonuç olarak eser, hem geçmişten ders alıp geleceği şekillendirme hususunda günümüze ışık tutarken hem de okuyucusunu etkili olay örgüsü ile kendisine çekmeyi başarıyor. Bu yönüyle de kesinlikle okunması gereken kült eserlerden birisi olduğunu açıkça gösteriyor.
ALINTILAR(*):
Talim, terbiye, iyi örnek, bunların hepsi geçici şeylerdir. Ve çevre değiştirmedikçe, insanın değişesine imkan yoktur.
Anadolulular, Anadolu köylüleri tıpkı eski Yunanların kendilerinden başkasına barbar lakabını vermesi gibi her yabancıya yaban diyorlar.
Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk entelektüeli, Türk aydını, Türk ilkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. Öyle ya, bir insan tasavvur edin ki hangi ırktan, ne cinsten olduğu belli değildir. Kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor.
Eleme, kedere, hatta secince bir sınır tayin etmek… Bunu, yalnız şehirlerde olur bilirdim. Meğer insan, köylerde, dağ başlarında ve mağara kovuklarında da samimi olmak, içinden geldiği gibi, içinden geldiği kadar gülüp ağlamak hürriyetine sahip değilmiş. Toplumun görenekleri, kuralları, insanların yarı çıplak yaşadıkları bu köstebek yuvalarında da aynı şiddetle hüküm sürüyormuş.
Köylüde mülkiyet duygusu her şeyin üstündedir, derler. Uzun yüzyıllardan beri devam eden dış istilalar, iç eşkıyalıklar Türk köylüsünde bu duyguyu da köreltmiştir. Hepsinin içinde, semavi bir afet esnasında bir koyun sürüsünün ürkekliğinden bir şey var.
Utan, bir yarasa gibi yüze yapışır ve alnımızın ortasından kanımızı emmeye başlar. Vücut o kadar zaafa düşer ki, adeta bir posa halini alır. Pespaye ve sefil bir şey olur. Onun için utanmak, kendi kendinden nefret etmenin eşitidir.
Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.
Yalnız, hayretle bildiğim ve gördüğüm bir şey var ki, bu söylentilerin hemen hepsi bütün köylerde, bütün ağızlarda hep birbirinin aynıdır. Sanki muayyen bir siyasetin propagandacılığını yapan bir radyo istasyonunda bu yalanlar, seri halinde, adeta standardize edilerek etrafa dağılıyor. Bu gelenler, öyle düşman ordular filan değilmiş. Avrupa adlı bir Kraliçe’nin bizi çetelerin elinden kurtarmak için gönderdiği yeşil sarıklı evliyalarmış. Bu Kraliçe, bizi kurtardıktan sonra İslam olacakmış. Yüreğine öyle doğmuş. Kemal Paşa’nın ne yazık ki, bundan haberi okmuş. Çünkü etrafını, birtakım uygunsuz adamlar sarmış; bunlara mahpus derlermiş. Her biri ipten kazıktan kaçmış, kötü kişi imiş. Bütün memleketi haraca kesmişler. Vergiyi, aşarı alır, kendileri yerlermiş.
Kara haber bulutları, büyün göğü kapladı. Zaten buna ne hacet… Gün geçmiyor ki, üç-dört düşman uçağı başımız üstünde uçmasın. Bir defasında o kadar alçaktan geçtiler ki, kanatlarının altındaki mavili beyazlı rengi bile göründü. Bir başka defa, yere birtakım kağıtlar attılar. Bu kağıtlardan bir tanesi benim elime geçti. Diyordu ki: “Eskişehir, Kütahya’yı aldık. Yarın öbür gün buralara kadar geleceğiz. Sakın, yerinizden, yurdunuzdan olmayınız. Biz size kötülük etmeğe gelmiyoruz. Halife ve Padişah bizimle beraberdir. Biz sizi Kemal’in çetelerinden kurtarmak için harbediyoruz!” Köylüler, bunu okuyucunca, her birinin gözünün sevinçten parıl parıl parlamağa başladığını gördüm. Yalnız, Bekir Çavuş endişelidir. Başını iki yana sallıyor: “Şimdi böyle derler amma, sen kulak asma. Bütün bu tatlı diller hep girinceye kadardır. Sonra başlarlar köyde ne varsa sömürmeğe… Vallahi, bir lokma ekmek, bir tane yumurta bırakmazlar. Bütün samanları, hayvanlara yedirirler.” Salih Ağa, arsız bir tebessümle sırıtıyor: “Ben, işittim. Aldıkları, yedikleri şeylerin hep parasını verirlermiş.” “Bir defa verir, iki defa verir. Sonra nereden verecek? Asker bu, gittiği yerde altın kesmiyor ya?”
Eğer, kendi emeklerimize, kendi ideallerimize göre yaşamak imkanını bulamadıksa bari kendi ölümümüzle ölelim.
Bir gün uçaklar, gene aşağıya kağıt atmaya başladılar. Alan, bir süre kağıdı okumağa çalışıyor, sonra beceremeyip katlıyor, katlıyor ve bir muska gibi kuşağının içine yerleştiriyor. Bazısı gidip imamı buluyor: “Okuyuversene, bakalım ne diyor?” İmam hecelemeğe başlıyor “Muhterem Anadolu ahalisi, Kemal çeteleri mahvolmuştur. Adım adım bütün şehirleri, kasabaları zapt ettik. Şimdi Ankara üzerine yürüyoruz. Sakın bize karşı düşmanca harekete kalkışmayınız. Biz sizi, Halife tarafından kurtarmaya geliyoruz.” Ne Halife’yi, ne de Peygamber’i bildikleri var. Fakat, kurtarmaya geliyoruz sözü, bilmeksizin pek hoşlarına gidiyor. Kurtarmak! Sizi, kim kurtarabilir! Sizi gökten melekler inse kurtaramaz. Çünkü, sizi evvela sizden, kendinizden kurtarmak lazımdır. İçimden böyle homurdanarak kağıdı imamın elinden çekiyorum. Yere atıp çizmemin ökçesiyle çiğniyorum. Hepsi hayretle bana bakıyorlar.
Bekir Çavuş: “Biliyorum beyim sen de onlardansın emme.” “Onlar kim?” “Aha, Kemal Paşa’dan yana olanlar…” “İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan olmaz?” “Biz Türk değiliz ki, beyim.” “Ya nesiniz?” “Biz İslam’ız, elhamdülillah… O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar.”
“Kaç yıldır dövüşmekten bıkmadınız mı? Siz Türkler dövüşmekten başka bir şey bilmez misiniz? Bütün cihan barış istiyor, yalnız siz, Kemalistler, ateşe devamda inat ediyorsunuz.” Subaylardan biri daha atıldı ve gayet fena bir Fransızca ile “Günün birinde aklınız başınıza gelecek amma, iş işten geçtikten sonra,” dedi. “Siz gittikten sonra…” dedim. “Bizi buraya büyük Avrupa devletleri, sizin aklınızı başınıza getirmeye gönderdiler. Bu insani görevi başarmadan bir yere gidemeyiz.”
Yakıp yıkarken hayvanlaşan insanlar, ateşle, talanla teskin edemedikleri kötü hırslarını, nihayet hayvanlığın en yüksek bir ifadesi olan cebri temellükle yatıştırırlar. (Zorla kendine mal etme)
DEĞERLENDİRME:
Konu: Eserde, milli mücadele yıllarında Anadolu’daki bir köye yerleşen beklemedeki bir subayın başından geçen olaylar ve Anadolu halkının o zamanki durumu konu ediliyor.
Üslup: Yazarın basit ve net anlatım biçemi sayesinde eserde asıl verilmek istenen öğretici üslup bütün okuyucu için sarih mesajları iletmeyi başarıyor. Bu yönüyle eserin amacına uygun bir üsluba sahip olduğu açıkça görülüyor.
Özgünlük: Bir dönem romanı olması itibariyle özgün roman unsurları barındırmasa da, eserin incelenmesindeki önemli motivasyonlardan birisi olmayan bu kategorinin çok dikkate alınmasının doğru olmayacağının belirtilmesi gerekiyor.
Karakter: Eserdeki karakter örgüsü, ana karakter ve onun yardımcı karakteri üzerindeki olay örgüsü ile şekillendirilirken, özellikle köy ahalisinin yardımcı karakter yapısının eserdeki önemli mesajların verilmesindeki mihenk taşı rollerinin mühim bir yapı oluşturduğunu belirtmek gerekiyor.
Akıcılık: Üslup bölümünde bahsedilen hususlar dikkate alındığında eserin, en başından sonuna kadar hem anlaşılabilir hem de sürükleyici yapısı sayesinde verilmek istenen mesajları akıcı bir anlatım ile vermeyi başardığı görülüyor.
Genel: Yukarıda belirtilen kriterler uyarınca 10 üzerinden gerçekleştirilen değerlendirmede:
Konu: 8,5
Üslup: 9
Özgünlük: 5
Karakter: 8,5
Akıcılık: 8,5
puanlarını alan eserin genel ortalaması ise, 7,9 puandır. 8 barajını yakalamayı başaran ve özgünlük kriteri dışında diğer kategorilerde aldığı puanlar dikkate alındığında, her Türk gencinin ve roman severin kesinlikle incelemesi gereken kült eserlerden birisi olduğunun tekrar belirtilmesi gerekiyor.
(*) : Alıntılar başlığındaki bütün kısımlar:
YABAN
Yazar: Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Yayınevi: İletişim Yayınları
Baskı: 97. Baskı – 2022 İstanbul
kapakta kullanılan fotoğraftaki kitaptan alıntı olarak kullanılmıştır.
Comments